Annemarie Schimmel

Annemarie Schimmel

7 Nisan 1922'de Almanya'nın Erfurt şehrinde doğdu. Babası Paul Schimmel bir posta memuru, denizci bir ailenin kızı olan annesi Anna Schimmel ise çok okuyan bir kadındı.

Schimmel, çocukluk yıllarında en çok annesinin Caroliniensiel'deki kedileriyle oynamaktan; hayvanlar ve çok uzaklarda bulunduğunu düşündüğü Doğu hakkında yazılmış kitapları okumaktan hoşlanırdı. Henüz yedi yaşındayken, oryantalist kelimesi bugünkü manasında yaygın olarak kullanılmazken bir oryantalist olmayı kafasına koydu. Okul yıllarında Fransızca ve Latince öğrendi. On beş yaşına geldiğinde Arapça öğrenmeye karar verdi lakin Nazi bir Alman'ın kızı, "Alman bir kız Arapça öğrenmez!" diyerek Arapça gramer kitabını zorla elinden aldı. Schimmel ise bu gibi söylemlere kulak asmadı. Yalnızca iyi bir filolog olmakla kalmayan, aynı zamanda Doğu'yu seven ve İslam kültürüne ilgi duyan bir akademisyen olan Dr. Hans Ellenberg'den ders almaya başladı. Ellenberg; öğrencisine Arapçanın yanı sıra tarih, edebiyat ve din bilgisi dersleri de verdi. Schimmel, tam olarak aradığını buldu ve her hafta en az üç kitap bitirerek okula geldi. Bu süreçte lise tahsilini de bir taraftan sürdürdü ve iki sınıf birden atlayarak on altı yaşında lise öğrenimini bitirdi. Lise yıllarında ancak bir yıllık İngilizce eğitimi almış olmasına rağmen kendi çabasıyla İngilizcesini ilerletti; tüm yazdıklarını iki dilde birden, yani hem Almanca hem de İngilizce olarak yayımlamayı planladı.

Başarılı öğrenim hayatı sürerken İkinci Dünya Savaşı meydana çıktı. Tüm lise öğrencileri zorunlu hizmet için Berlin'e çağırıldı. Kendisini şiir ve sanata adamış olan hassas ruhlu Schimmel, Berlin'de aylarca duvar ustalarının ve askerlerin çamaşırlarını yıkayacaktı. Lakin içinde bulunulan dönemde tıp eğitimi alan ve fen bilimleri okuyan öğrenciler söz konusu zorunlu hizmetten muaf tutuluyorlardı. Bu sebeple Schimmel, fizik ve kimya dersleri almak üzere üniversiteye kayıt yaptırdı. Bu süreçte Ernst Kühnel'den İslam sanat tarihi, Walther Björkman'dan ise Arapça dersleri almaya da devam etti. Kühnel, öğrencisinin İslam sanatlarına karşı duyduğu ilgiyi ve bu alandaki yeteneğini kısa sürede keşfetti; böylece bir an önce doktora yapması tavsiyesinde bulundu. Doktorasını bitirdikten sonra kendisini yanına asistan olarak alacağına da söz verdi. Bunun üzerine Schimmel, Farsça ve Osmanlıca-Türkçe öğrenmeye başladı. Doktorasına "Memlük Mısır'ında Halife ve Kadıların Durumu" konulu çalışması ile devam etti. Bu yıllarda önemli bir Şarkiyatçı olan hocası Hans Heinrich Schaeder'e, Mevlana'nın “Mesnevi” adlı eserini kendisine tavsiye edip etmediğini sordu. Hocası ise “Mesnevi” yerine “Divan-ı Kebir”i okumasını önerdi. Schimmel, “Divan-ı Kebir”i okuduktan sonra şunları dile getirdi: "Divan'ı elime alınca yıldırım çarpmışa döndüm. Şiirlerdeki ahenk sürükleyip götürüyordu beni, o zamanlar Farsça vezin ve retoriğe aşina olmama­ma rağmen metinleri doğrudan anlayabiliyordum. Öyle ki okumamla birlikte şiirler kendiliğinden Almancaya dönüşüyordu. Fotokopi olmadığı için Nicholson'un tüm kitabını dipnotları ile birlikte oturup yazdım."

Bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde doktorasını tamamladı. 1941 yılında doktor unvanını aldı ve Dışişleri Bakanlığında ter­cüman olarak görev yapmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı Amerikalıların za­feriyle neticelenince görev yeri olan Sachsen'da gözaltına alınarak Marburg'a götürüldü. Beş buçuk ay tutuklu kaldığı Marburg'da, günde yalnızca bir defa karney­le çorba alabiliyordu. Bu dönemde kendilerinden haber alamasa da babasının savaşta kaybetmişti.

Özgürlüğünün kısıtlandığı bu yıllarda Schimmel, kitap bulmakta da zorlandı. 1945 yılında Berlin'de hazırlayıp sunduğu doçentlik çalışmasının bir nüshasını yanına almayı başarmıştı Bulunduğu yerdeki zor şartlar altında çalışmasını geliştirdi ve "Memluk Devleti'nde Asker, Emir ve Sultanların Sosyal ve Kültürel Rolleri" adı altında 5 Ocak 1946 tarihinde Mar­burg Üniversitesine doçentlik tezi olarak sundu. Böylece ikinci doçent unvanını elde etti. Tam da bu sırada üniversitede Arap filolojisi dersleri veren hoca, Nazi olması sebebiyle görevden alındı ve boşalan kadroya Schimmel atandı. Böylece hocası Prof. Heiler'in isteği üzeri­ne, yirmi üç yaşında genç bir doçent olarak Marburg Üniversitesinde ders vermeye başladı. Schimmel, Prof. Luise Berthold'dan sonra o güne dek bu üniversitede ders verme imkânına sahip olan ikinci kadındı.

Marburg Üniversitesinde oryantalizm ve İslami ilimler alanındaki dersle­rin tümünü üstlendi. Bir taraftan da Arapça, Türkçe, Farsça, İslam sanatları ve İslam edebiyat tarihi derslerini verdi. Öğretirken kendi öğrenim sürecini de aksatmadı ve Friedrich Heiler'in yanında, 1951 yılında dinler tarihi sahasında ikinci doktorasını yaptı.

İlk yurt dışı seyahatini 1949 yılında İsveç'e gerçekleştirdi. İlahiyatçı Ord. Prof. Marta Tamm-Götlind, hocası Heiler'i zaman zaman ziyaret ederdi. Bayan Marta, Stockholm'de düzenlenen Barış ve Hürriyet Kongresi'nde bir konuşma yapması için Schimmel'i davet etmişti. Schimmel  dinler tarihi alanındaki bu kongrede konuşmasını yaptıktan sonra, Marta'nın misafiri olarak Uppsala'ya gitti. Burada dinler tarihi sahasında bir otorite ve “Der lebendige Gott” (Hay Olan Allah) adlı eserin müellifi olan Nathan Söderblom'un eşi Anna Söderblom ve İbn Arabi uzmanı Henrik S. Nyberg ile tanıştı.

İstanbul'daki el yazmalarını incelemek üzere 1952 yılında ilk defa Türkiye'ye geldi. Şair Behçet Necatigil ve eşi, kendisini rıhtımda karşılayıp Laleli'deki Otel Ramada'ya götürdü. Schimmel, takip eden süreçte Marburg'dan tanıdığı dostu, matematif profesörü olan Mustafa İnan ve eşi Jale Hanım'ın evine taşındı. İstanbul'un o yıllardaki şairane havası, camilerin mistik edasıyla karıştığında Schimmel âdeta büyülendi ve şehri şiirlerle yaşayarak tanımaya başladı.

Maçka Kahvehanesi'nde salı günleri Behçet Necatigil, Salah Birsel, Cahit Külebi, Haldun Taner, Samim Kocagöz ve Yaşar Nabi gibi o dönemin önde ge­len şairleriyle buluşurlardı. Schimmel, en çok da burada şiir hakkında yapılan tartışmalardan etkilendi. Divan edebiyatını seven ve Yahya Kemal'in şiirlerine hayran olan bir Alman olarak modern Türk şairlerinin divan edebiyatına saldırılanna karşı göğsünü siper etti ve Yahya Kemal'in şiirlerinden ezbere mısralar okudu. Elbette modern Türk şairlerini ikna etmek, bir hayli zorlayıcı idi. "Bu gazelleri aruz vezniyle yazmak pek kolaydır! Ancak bizler gayret etmeli ve daha samimi şiir biçimleri ortaya koymalıyız. İnsanlar yokluk ve sefalet içerisinde yüzerken, açlık ve adaletsizliklere maruz kalırken, öyle fildişi kulelerde oturup, güneşin gurubu, güller ve bülbüller hakkında şiirler yazamayız." diyerek kendi görüşlerini savunurlardı. Schimmel ise tüm bunlara şu şekilde cevap verdi: "Bazen kendi kendime, insanlar Homer döneminde veya büyük şark şairi Hafız veya Fuzuli çağında da acaba ıstırap çekmiyor veya acıkmıyorlar mıydı diye soruyorum; fakat bu tür argümanlar önemsiz diye reddediliyor. Bir biçimde bu şairlerin hakkı vardı elbet: Yüzyıllardan beri İslam aleminde mutat olan klasik gazel formu ve kaside, artık mahir bir kafiyeci olmayan herhangi bir şair tarafından kullanılamaz çünkü buradaki mecazlar dünyası, sembolizm, kafiye ve ritim kaideleri ve sayısız tedailer kesin olarak belirlenmiştir. insan bunları sanat olarak öğrenebilir. Ne var ki İslam dünyasının büyük şairleri hislerini ve yaşadıkları çağın problemlerini öylesine zarif bir biçimde şifrelemişler ve an'anevi formları öylesine yoğun bir enerjiyle doldurmuşlardır ki, insan bunların içerisinde bugün için bile gelişmiş ve modern gelebilen düşünceler bulabilmektedir, yeter ki bu şifreleri çözecek anahtar elde edilmiş olsun. İşte Türkiye'de genç nesil bu anahtarı kaybetmiştir."

İstanbul'da geçirdiği günlerde hayran olduğu Yahya Kemal ile tanışma fırsatı buldu. Buluşmaları ile ilgili hissiyatını da şu şekilde dile getirdi: "Nefesimi tutarak dinledim; dostlarımdan birinin evinde Yahya Kemal, divan edebiyatından, Osmanlı tarihinden ve problemlerinden bahsederken." Schimmel, yine bu buluşmada tercümesini yaptığı "Endülüs'te Raks" adlı şiirini de bizzat şaire takdim etti.

İstanbul'daki sanat ve edebiyat sohbetlerine öylesine dahil oldu ki bu sohbetlerde tanıştığı dostlarının ısrarları üzerine İstanbul Dergisi, Yeditepe ve Hayat dergilerinde "Cemile Kıratlı" müstear adıyla yazılar neşretmeye başladı. Bu takma adın hikâyesi de oldukça ilginçtir. Almanca Schim­mel, "kırat" manasına gelir. Berlin'deki hocalarından biri Schimmel'i çok sevdiği için kendisine "Schimmele" (Schimmelcik) diye hitap eder ve Schimmele'nin Türkçedeki kafiyesi ise Cemile'dir. Bir ayette de "sabrun cemil" olarak geçer. Nitekim Schimmel, bu sebeple benimsediği Cemile Kıratlı müstearını daha sonraki yıllarda editörlüğünü üstlendiği Fikrun wa Fan (Fikir ve Fen/Sanat) dergisi için yazdığı yazılarda da kullanır.

Pera'daki sanat galerisinde sık sık ziyaret ettiği Adile Ayda; "abla" diye hitap ettiği Samiha Ayverdi; şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu; Selahattin Batu ve mistik şiir geleneğini devam ettiren Asaf Halet Çelebi, İstanbul'daki en yakın dostları idi. Samiha Ayverdi ile olan hatırlarını uzun yıllar boyunca anlattı; aralarındaki abla-kardeş ilişkisi onun için çok önemliydi. Şeyh Hamdullah ve Hafız Osman gibi büyük hattatları, geleneksel Osmanlı hat sanatının önde gelen eserlerini Ayverdi'nin evinde tanıdı.

İstanbul ziyaretlerinde Kanuni Sultan Süleyman'ın, kızı Cemile Mihrimah için inşa ettirdiği Edirne­kapı'daki Mihrimah Camii'ni mutlaka ziyaret ederdi. Bu camide madde ile mananın mükemmle bir uyum içerisinde iç içe geçtiğine inanırdı. Caminin aydınlık yapısı, şu mısralarına ilham olmuştu:

Karanlık toprağın bağrında ışıktan bir çiçek,

Lekesiz, ince, zarif bir kristal.

Dünya kayboldu, sana ayak bastığımdan beri,

Şimdi hep gözyaşlarıyla temaşa ederim alemi.

Kanuni'nin damadı Rüstem Paşa'nın inşa ettirdiği, Yeni Cami yakınlarındaki Rüstem Paşa Camii de ziyaret etmeden geçmediği camiler arasındaydı. Bu camiye karşı duyduğu hayranlığı ise şu sözlerle ifade ediyordu: "Hiçbir cami, bu cami kadar zengin bir fayans dekoruna sahip değildir. Caminin duvarları içten bir dizi kırmızı lale motifleriyle tezyin edilmiş olup seyredene ressamın ve seramikçinin hayalinin sınır tanımadığını göstermektedir. Bu camiyi Türk bir bayan arkadaşımla ziyaret ettiğimde, bana Türklerin neden laleyi sevdiklerini anlatmıştı. Lalenin Arapça sayı değeri ile Allah lafzının ve hilal kelimesinin sayı değeri aynıdır. Her birinin ebced hesabına göre değeri altmış altıdır. Hangi çiçek Türkler için bundan daha güzel olabilirdi? Lale Allah'ın birliğine işaret eder, aynı zamanda da İslam'ın sembolü olan hilale!"

Öğrencillik yıllarından itibaren Mevlana'nın şiirlerini okumuş ve tercüme etmişti. Türkiye'de geçirdiği günlerde Mevlana'nın türbesini de ziyaret etmek istedi lakin o yıllarda Konya'ya gitmek kolay değildi. İstanbul'daki Alman arkadaşlarına ve Türk dostlarına rica et­ti ancak bir netice alamadı. Ümidini kaybetmiş bir hâlde İstanbul Üniversitesi yakınlarında oturan bir gönül ehline şikayetini arz ettiğinde şu cevapla karşılaştı: "Fakat çocuk, bunun sebebi gayet basit: Hz. Mevlana bu insan­ların hiçbirini görmek istemiyor. O yalnız seni görmek istiyor!" Bu cevap üzerine tüm parasıyla Konya'ya gitmek üzere bir bilet satın aldı. Yeşil Türbe'nin karşısında, şehrin merkezinde bir otele yerleşti. Bu süreçte Mevlana, onun için "hayatımın manası" dediği bir sembole dönüştü.

Almanya'ya döndükten sonra da Türkiye'deki çeşitli dergilere yazmaya devam etti. Türkiye'ye ikinci gelişinde dinler tarihi alanında Türkçe konferanslar verdi, böylece Türkiye'de kendisi tanıyan ve seven bir kitle oluştu. O dönemde Ankara'da İlahiyat Fakültesi kurulalı daha iki yıl olmuştu ve bu fakültede dinler tarihi okutacak bir hoca yoktu. Hatta bir dinler tarihi kitabı dahi yoktu. Schimmel'in kendi ifadesiyle: "İki doktora yap­mış ve Marburg Üniversitesinde dinler tarihi dersleri vermiş biri, hâlen boş olan bu kürsü için ideal bir adaydı. Müslüman olmamış bir bayan olmam ise burada önemli bir rol oynamıyordu. (Acaba Protestan bir teoloji fakültesine Hıristiyan olmayan bir bayan atanabilir miydi?)" Nihayetinde 1954 yılında kendisine yapılan teklifi kabul etti ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine dinler tarihi profesörü olarak atandı.

Schimmel, bu ilk İlahiyat Fakültesinde tam beş yıl dinler tarihi dersi okuttu ve bir de "Dinler Tarihine Giriş" adlı bir ders kitabı yazdı. Kitaında İslam tarihi yer almıyordu ve birçok bakımdan da eksiklikleri bulunuyordu. Schimmel, bu eksiklikleri gidermek üzere kitabın ikinci baskısı için yeni bir metin hazırladı ve idareye teslim etti. Lakin bu dönemde nüsha esrarengiz bir şekilde kayboldu ve yıllar sonra ölen bir meslektaşının çekmecesinden çıktı ancak bir kez daha kayboldu. Kendi ifadesine göre bu kitap, başka biri tarafından başka bir isimle yayımlandı. Tüm bunlara rağmen Ankara İlahiyat Fakültesinde beş yıl boyunca öğretim üyeliği görevini sürdürdü. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi'nde tercüme ve telif yazılar neşretti. 1958 yılında Muhammed İkbal'in "Cavidname"sini muazzam ve mufassal bir şerhle Türkçeye çevirdi.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim görevlisi olduğu yıllarda tasavvufa duyduğu ilginin peşine düştü ve geleneği tam manasıyla kavrayabilmek için Anadolu'ya açılan bir yolculuğa koyuldu. Düldül adını verdiği otomobili ve yanındaki annesi ile Anadolu'nun bozuk yollarında, benzinci veya tamircinin bulunmadığı yerlerde bir maceraya atıldı. Schimmel, Anadolu'ya gönül vermiş biri idi. Yunus'un ve Mevlana'nın peşinden gitmenin, ruhuna iyi geleceğini bilmekteydi.

Yolunun Bor'a düştüğü bir günde, öğle ezanı vaktinde arabasının lastiği patladı. Bunun üzerine Toroslar'a tırmandı, Adana'ya geçti. Takip eden günlerde yolu Kilis'e düştü ve burada Farsça el yazması bir Hafız "Divan"ı keşfetti. Ankara'ya dönüşünün üzerine Anadolu'nun farklı yerlerini gezmek üzere plan yapmaya koyuldu.

1959 yılında, kendisine çok zor gelerek Anadolu'dan ayrıldı ve Marburg'a döndü. Burada muhabbet ve vefadan çok uzak bir atmosferle karşılaştı. Marburg Üniversitesinden resmî izinle ayrıldığı hâlde, bir yıl boyunca eski görevine dönmesi engellendi ve bunun için derdini anlatabileceği hiçbir makam bulamadı. Belli ki buradaki öğretim üyeleri, İslam dinine ve onun kültür mirasına ilgi duyan kadın bir profesöre tahammül edememişlerdi. Schimmle, işsiz ve parasız kaldı. Tek dayanağı, annesinin manevi desteği idi.

Takip eden dönemde Enternasyonal Dinler Tarihi Birliği'nin başkanı Friedrich Heiler, organizasyonda kendisine yardım etmek üzere Schimmel'le bağlantıya geçti. 1958 yılında Karaçi'de tanıştığı ve Bonn'u ziyaret etmekte olan Pakistan Cumhurbaşkanı Eyyub Khan'dan bir görüşme daveti aldı. Burada Şarkiyat Semineri'nin dekanlığını yürüten Türkolog Prof. Dr. Otto Spies'ı ziyaret etti. Spies'ın bu ziya­ret sırasında beklenmedik bir şekilde kendisine Bonn Üniversitesinde profesörlük teklif etmesi üzerine Schimmel, yeniden göreve başladı.

Onun için, "Gözyaşları, hayal kırıklıkları ve insani problemler hakkında konuşulmaz"dı. Bu sebeple hiçbir zaman özel hayatı ile göz önünde olmadı. Herhangi bir yerde, Türkiye'deki kısa süreli evliliğinden dahi söz etmedi.

Dinler tarihi sahasında bir otorite oluşu, tüm dünya tarafından kabul edildi. 1965 yılında Claremont/California'daki Dinler Tarihi Kongresi'ne katıldı ve burada kendisine Harvard Üniversitesinde Hint-Müslüman kültürü okutması için bir kürsü teklif edildi. Bunun üzerine Harvard Üniversitesinde  yirmi beş yıl görev aldı.

Emekli olduğunda hayatının sonbaharını hedefsiz ve beklentisiz bir şekilde geçirmek onun tabiatına aykırı idi. Kur'an'a ve kadere inanan Schimmel, Kur'an ışığında kendisine yeni hedefler buldu. Bu süreçte her yıl iki, üç bazen de beş kitap yayımlama imkânı buldu. Bir taraftan birçok ödüle layık görülürken bir taraftan da kıskanç şahsiyetlerin aleyhinde başlattığı kampanyalarla uğraştı. Alman Yayıncılar Birliği 1995 yılı Banş Ödülü'ne Annemarie Schimmel'i layık görünce kızılca kıyamet koptu. Başta Cumhurbaşkanı Roman Herzog olmak üzere, Almanya'da ilme, şiire, sanata ve dinler arasındaki diyalog ve banşa önem veren çevreler bu kararı alkışlarken; Yeşiller, 68'lerin komünistleri, sözde feminist yazarlar, "en alttaki" yazarlar ve yazar olmaya heveslenen amatörler âdeta Schimmel'e karşı savaş ilan etti. Lakin Schimmel, hiçbir yıldırma politikasına aldanmayarak çalışmalarına devam etti. Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Muhammed İkbal isimlerini, bu iki dehayı dünyaya tanıtmayı kendisine yegâne gaye edinmişti.

26 Ocak 2003 tarihinde, seksen yaşında vefat etti.

Kaynak: Özkan S. Annemarie Schimmel (1922-2003). İslam Araştırmaları Dergisi, 2003; (9): 153-166.