Cafer-i Tayyar
Efendimizin dedeleri Abdülmuttâlib ölümünün yaklaştığını hissettiğinde derin derin düşünmeye başlar. Öyle ya oğlu Abdullah’ın yetimi gül yüzlü Muhammed’i kime emanet etmelidir? Ona en iyi kim bakar? O akşam aile meclisini toplar konuyu enine boyuna konuşurlar. Nur çocuğu amcası Ebû Tâlib’in yanına bırakma kararı alırlar. Ancak dedesi ona “adam” muamelesi yapar, fikrini almayı çok arzular.
Bilirsiniz her çocuk uykudan uyanınca sevimli olur ama Allah’ın habibi daha bir sevimli olurlar. Taa gözlerinin bebeği güler, yanakları al al yanar. Saçları mutlaka taranmış olur, yüzü ay gibi parlar.
Adı güzel Muhammed uyanınca dedesinin yanına koşar. Bütün aileyi bir arada görünce tatlı bir şaşkınlık yaşar, amcası Ebu Tâlib’in kucağına atılır ve kollarını boynuna dolar. Amcası onun dalgalı siyah saçlarını okşar, gül kokan başını bağrına basar. Eh, güzeller güzeli tercihini yaptığına göre kimseye söyleyecek söz kalmaz. Kalmaz ama Ebu Tâlib, kardeşleri arasında en fakir olanıdır, geliri az, ailesi kalabalıktır. Kaldı ki o günlerde Mekke’de görülmemiş bir kıtlık hüküm sürmekte, tahıl altınla tartılmaktadır. Lâkiiin...
Bereket yağar
Lâkin Serveri kâinat, Ebû Tâlib’in eşiğinden adımını atar atmaz birşeyler değişir, hanelerine bolluk bereket yağar. Ummadık yerden rızk gelir, tencerelerinden aş taşar. Ebû Tâlib bir süre sonra asil yeğeninin, büyük hatırına yağmur bile yağacağına inanmaya başlar. Alır O’nu yanına Kâbe önünde duaya dururlar. Gök nasıl kararır bulutlar nasıl boşanır, ıslanmaktan kurtulamazlar.
Ebû Tâlib, yeğenini kendi çocuklarından önde tutar. Onu uyutmadan yatamaz, O, elini uzatmadıkça yemeğe başlamaz. Sonra O’nu yanına almadan asla yola çıkmaz...
Sevgili Peygamberimiz on iki yaşlarındayken, Amcasıyla Şam’a doğru yollanırlar. Busra yakınlarındaki bir manastırın râhibi (Bahîra) Allah’ın habibini görünce bir hoş olur. Ebû Tâlib’e peygamberlik alâmetlerini göstererek “O’nu daha ileri götürme, özellikle Yahudilerden sakın” diye yalvarmaya başlar. Ebû Tâlib söz dinler, Şam’a gitmekten cayar, mallarını Busra’da satar.
Efendimiz 25 yaşına kadar amcasının evinde kalır, Ebû Tâlib’in çocukları Ukayl, Cafer, Ali ve Ümmü Hani ile abi kardeş olurlar.
Aradan yıllar, uzuuun yıllar geçer. Hicaz topraklarında yine bir kuraklık başlar, geçim güçleşir, insanlar açlıktan kırılırlar. Ebû Tâlib, Efendimizi konuk ettiği günleri mumla arar. İşte sıkıntıdan daraldığı bir anda kapısı çalınır. Kardeşi Abbâs ve nurlu yeğeni eşikte görünür ve bir miktar erzak bırakırlar. Dahası “evin kalabalık, müsaade et de oğullarına biz bakalım” teklifinde bulunurlar.
Ebû Tâlib çok duygulanır, büyükleri (Tâlib ve Ukayl’ı) yanında tutar, küçükleri öper koklar, yanlarına katar. Hazret-i Abbâs kolunu Ca’fer’in omuzuna atar, Hazret-i Muhammed, Ali’nin elini tutar.
Câ’fer (radıyallahu anh) Hazreti Ukayl’den on yaş küçük, Hazret-i. Ali’den on yaş büyüktür. Peygamber Efendimiz’i anlatılamayacak kadar çok sever onun gibi konuşmaya, onun gibi davranmaya bakar. Bir gün Ebû Tâlib, oğlu Ca’fer ile şehrin dışında yürürken Server-i Kâinat’ı görürler ki şirin Ali ile beraber namaz kılmaktadırlar. Ebû Tâlib, Ca’fer’e: “Haydi, git, sen de kardeşinin yanına dur” der. Câ’fer büyük bir hevesle koşar, cemaate katılır. Efendimiz selâm verdiklerinde yanında Ca’fer’i görünce çok hoşnud olurlar. Onu alnından öper ve “Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın!” buyururlar.
Ca’fer nasıl rahatlar, nasıl ferahlar, anlatılamaz. Gece heyecandan uyuyamaz ertesi sabah Hazret-i Ali’yi (ki henüz çocuktur) bulur ve ona İslâmiyet hakkında sorular sorar. Beklediğinin de fevkinde cevaplar alır ve gider Resulullah Efendimiz’in kapısını çalar.
Ca’fer eskiden beri Efendimiz’in hayranıdır ve hep Onu taklid etmeye çalışır. Müslüman olduktan sonra bu gayreti artar ve tabii ki mânâ kazanır. Onun gibi oturup, onun gibi kalkar, onun gibi abdest alır onun gibi namaz kılar. Zaten ses tonu, tavrı, bakışı amcaoğlunu çok andırır. Müslümanlar “Resûlulah Efendimiz’e benzeyen 7 sahabe” arasında önce onu sayarlar.
Hicret vakti...
Mekkeli müşrikler Müslümanların artmasına dayanamaz baskıları artırırlar. Onları tecrit eder aç ve açıkta bırakırlar. Güçleri özellikle kölelere ve sahipsizlere yeter, garipleri kollarından bacaklarından 4 ayrı deveye bağlar hayvanları aksi istikametlere sürüp parçalarlar.
Kızgın kuma yatırılanlar... Fırınlara kapatılanlar... Yaralarına tuz basılanlar... İşkenceler dayanılmayacak bir hal alınca Efendimiz inananlara “Ey Eshâbım!” buyururlar, “Şimdi yeryüzüne dağılın, Allahü teâlâ sizi yine toplar.”
-Peki nereye gidelim Ya Resûlallah?
Mübarek elleriyle cenub-i garbı gösterir ve “Habeşistan’da zulme rıza göstermeyen bir hükümdâr vardır. Orası doğruluk ülkesidir. Allahü teâlâ kurtuluş yolunu açıncaya kadar orada durun!” buyururlar.
Müminler gizli gizli hazırlanır ve ilk kafile yola çıkar. Mâlum üç Müslüman yola çıksa aralarından birini emir yaparlar. Onlar da Resulullah Efendimize en çok benzeyene uyarlar. Kim midir o?
Elbette Tayyar... Ca’fer-i Tayyâr!..