Gustave Flaubert
12 Aralık 1821’de, Fransa Rouen’de doğdu. Babası Achille Flaubert Rouen’daki bir hastanenin başcerrahı, annesi ise bir hekim kızı idi.
1840 yılında liseyi bitirdi ve 1841 yılında Paris Hukuk Fakültesine kaydoldu. Yirmi iki yaşındayken kendisine sara hastalığı teşhisi konuldu, bunun üzerine eğitimini yarıda bıraktı. 1846 yılında babasını, ardından da ablasını kaybetti; bunun üzerine annesi ve yeğeniyle birlikte Rouen yakınlarındaki Croisset’ye yerleşip yaşamanın tamaını burada sürdürdü.
Flaubert, sıkı bir Montaigne okuyucusu ve aynı zamanda bir Spinoza hayranı idi. Okuma konusunda oldukça hevesli olmasına rağmen aldığı hukuk eğitimi ona yeterli gelmedi. Hukuk konusundaki düşüncelerini, kız kardeşine yazdığı bir mektupta şöyle dile getirdi: “Kanunlar kadar alabildiğine hatalı başka bir şey yoktur ve sanırım onların kararsız ve değişken oluşları insanların budalalığına dayanır. Ben gelirler, hizmetler vesaire sıkıcı konularla kıvranırken sen piyanoda Chopin, Beethoven çalıyorsun. Sürdüğün hayata bir asillik sinmiş, benimkisi gibi sıradan bir hayat değil!”
Yaşamı boyunca geçirdiği sara krizleri, yaşam kalitesini etkilemesinin yanı sıra yazı çalışmalarını da belirgin bir şekilde etkisi altına aldı; bu krizler nedeniyle çoğunlukla evde vakit geçirmek zorundaydı. Aslında bir deniz sevdalısıydı lakin annesi, hastalığı sebebiyle onu bu hayallerinden vazgeçirdi.
İlk yazı çalışması 1837 yılında yayımlandı. Kasım 1849’dan Nisan 1851’e kadar Maxime du Camp ile birlikte Yunanistan, Anadolu, Mısır, Filistin, Suriye ve İtalya’yı dolaştı. Bu yolculuk, Flaubert’in göçebe hayata karşı duyduğu arzuyu canlandırdı. Ünlü romanı “Salambo”yu da bu yolculuğun etkisiyle kaleme aldı.
Bu geziye çıkmadan önce Du Camp’tan, üzerinde çaışmakta olduğu eserini bitirmek için zaman istedi ve “Aziz Antoine” adlı eserini basıma hazırladı. Flaubert, üç gün boyunca arkadaşlarına kitabının ilk okumasını yaptı; büyük bir övgü beklerken verdikleri tepki üzerine hayal kırıklığı yaşadı. Zira Du Camp ve Bouilhet’in eleştirileri, Flaubert’in dağınık konulardan vazgeçmesi yönündeydi. Arkadaşları ona sıradan konular seçmesini ve bunu doğal bir üslupla, herkesin anlayabileceği bir dille yazmasını, eserin kavranması için boş ve abartılı ifadelerden uzak durmasını öğütledi.
Tüm bu eleştirilerden sonra seyahatine çıktı ve yeni roman projeleri için ilham ve enerji topladı. Daha sonra yazdığı “Madame Bovary” adlı romanı, aldığı eleştiriler üzerine oldukça gerçekçi bir anlatıma dayanmaktaydı. Flaubert, bu eserini yakın dostu Bouilhet etkisiyle yazdı zira Bouilhet, Flaubert’e, bir dönem babasının yanında çalışmış olan Delamare adlı doktorun başından geçenleri hatırlattı. Söz konusu doktor, Rouen yakınlarında Ry kasabasına yerleşmiş; evlendikten sonra, evliliği hakkında birçok dedikoduya maruz kalmış ve sonunda karısı intihar etmişti.
Yazar, seyahatten döndükten sonra 55 ay boyunca “Madame Bovary” adlı eserini yazdı. En ünlü romanı olan “Madame Bovary” yayımlandığında yazar ve yayıncı hakkında ahlaksızlığa teşvik suçundan dava açıldı. Roman, aynı zamansa Fransa’da da tartışmalara neden oldu. Flaubert, eserinde 19. yüzyıl Fransası’nın toplumsal gerçeklerini çarpıcı biçimde aktardı. “Madame Bovary”, yazılmış olduğu döneme tanıklık eden bir belge niteliğinde idi.
Meslektaşlarıyla sık sık yazıştı, bu yazışmalarda edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini dile getirdi. Edebiyat dünyasından pek çok kişi ile mektuplaştı ve mektuplarından bazıları sonraki yıllarda büyük ün kazandı.
Yaşamının son yılları acılar, edebî başarısızlıklar ve maddi zorluklar içinde geçti. Bu dönemdeki en büyük avuntu kaynakları ise manevi oğlu olan Guy de Maupassant’ın başarısı ve başını Emile Zola’nın çektiği natüralist grubun ona verdiği destekti.
Kaynak: Onay Orcan, Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü ve Gustave Flaubert’in Madame Bovary Adlı Eserlerinde Ana Karakterlerdeki “Yabancılaşma” Sürecinin Analitik Olarak İncelenmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2009.