Henri Cartier-Bresson
Henri Cartier-Bresson varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da, 22 Ağustos 1908 tarihinde doğdu ve öğrenimini Paris’te tamamladı. 1927-1928 yılları arasında Paris'te kübist ressam André Lhote ile birlikte çalıştı. Onun da etkisiyle resme ilgi duydu ve 1929 yılında Cambridge'e giderek resim ve edebiyat öğrenimi gördü. Gençlik yıllarını Paris’te geçirdi. Sanat anlayışının ilk yıllarında resimle ilgilendi sürrealizm akımını benimsedi. Daha çocukluğunda sahip olduğu Brownie marka fotoğraf makinesiyle fotoğrafçılığa adım attı, profesyonel anlamda fotoğrafçılıkla 1930'dan sonra ilgilenmeye başladı. 1931 yılında yanında az bir parayla Afrika'ya gitti ve orada ormanda yaşadıklarını belgeledi. Sonrasında karasu hummasına yakalanınca Fransa'ya dönmek zorunda kaldı. 1933'te ilk 35 mm'lik Leica'sını aldı. 1937 yılında Ratna Mohini'yle evlendi.
Hem fotoğrafla hem Paris’le kurduğu kusursuz bağ dışında, kent fotoğraflarını ön plana çıkartan en büyük özelliği imge üretirken yaklaşım tarzını “bir bakış” üzerine kurgulamasıdır. Fotoğraf kariyeri boyunca en büyük ilgi noktası, sansasyonel fotoğraflar üretmek, ünlü olmak ya da haber içeriği üretmekten çok; görsel heyecanını yönelttiği nesne ve kişilere bakışının kalitesi oldu. Başlangıçtan itibaren imgenin özüne odaklandı, çizimle ve resimle başladığı imge üretme sürecine fotoğraf makinesiyle devam etti.
Fotoğrafın toplumsallığına ve bireyselliğine dair açıklanan tüm teorileri destekler nitelikte bir kavrayışa ve yaşam anlayışına sahipti. Bir foto muhabir olarak kendi dünyası dışındaki dünyayı kayıt altına alırken hiçbir anı kaçırmadan, hakkını vererek yaşamaya çalışan bir göz oldu. “Karar Anı” (1993) kitabında, foto röportaj fikrine yakın olmadığı fotoğrafçılığının ilk yıllarında, “gözümün bir uzantısı” olarak tanımladığı Leica’sıyla tıpkı bir suç delili arar gibi sokaklarda fotoğraf aradığını ifade etti. İlk dönem fotoğraf anlayışı, akan zamandan çekip aldığı tek bir kare ile süreklilik hissini ve anın özünü görüntülemeye dayanmaktadır. Bu “an” arayışı, onun pek çok ülke ve şehir dolaşmasını sağlasa da o hiçbir zaman da kendini bir gezgin olarak nitelendirmedi. Çok seyahat eden insanlara özgü hız, sahip olmak istediği bir özellik değildi. Gittiği her ülke ve şehri daha iyi özümseyebilmek için neredeyse yerleşecek kadar çok vakit geçirme isteği duyduğunu belirtirken gerçekleştirdiği her seyahati, diğer ülkelerle barındırdığı farklılıkları gözeterek kendine özgü bir yavaşlık içinde tamamladığını söylemektedir. Fotoğraf çalışmalarında sahip olduğu bu kendine özgü yavaşlık, fotoğraflarının ortaya çıkış anından çok, öncesinde ve sonrasında etraflıca düşünülerek oluşturulmasından ileri gelmektedir. Ona göre fotoğrafla ilgili düşünmek, asla fotoğrafın çekilme anında yapılması gereken bir iş değildi. Çünkü çekim anında yaşanan düşünme, tam o anda berrak olması gereken zihni bulandırarak fotoğraflananın özerkliğini ihlal etmektedir.
Fotoğrafı, hislerin ve zihnin anlık bir işlemi olarak gördü, fotoğraf çekme edimini uçup giden gerçekliğin karşısında bütün yetilerin birleştirilerek nefesin tutulması olarak betimledi. İkinci Dünya savaşının izlerini fotoğraflamak için çıktığı Doğu seyahati, var oluşundan itibaren sahip olduğu bakış açısı ve yaşam anlayışını netleştirmesinde önemli bir dönüm noktası oldu. Varlıklı bir aileden gelmiş olsa da maddi dünyaya ve üne değer vermeyen bir yaşam pratiği benimsedi. Doğu yolculuğu sırasında tanıştığı felsefi ve dinî öğretiler, yaşam anlayışını derinden etkilediği gibi, fotoğraf anlayışını da bu felsefe doğrultusunda kurgulamasını sağladı. 1950’lerde ressam ve heykeltıraş Georges Braque, Eugen Herrigel’in “Yay ile Ok Atış Sanatında Zen” kitabını Bresson’a hediye etmesiyle uzun yıllar fotoğraf çalışmalarında anlatmak istediği noktaları bu kitapla temellendirmesini sağladı.
1952’de yayınlanan Karar Anı makalesi, 1953’te yayınlanan yalın dille anlatılmış Zen felsefesiyle ok atma sanatını bir araya geldiği bu küçük kitapla örtüştüğü gibi, Zen felsefesinin özündeki benlikten sıyrılarak tüm duygularla hedefe odaklanma anlayışı, Bresson’un benzer cümlelerle ifade ettiği fotoğraf anlayışının da özünü oluşturmaktadır. Kendini basit bir zanaatkâr olarak gördü, tüm dünya miraslarına ön yargısız gözlerle bakmaya çalıştı. Tüm iktidarlara karşı duruş sergilediği için kendini anarşist olarak tanımlarken iç dünyası için Budizm’i seçtiğini belirtti. Çalışmalarıyla ilgili olarak “Yaptığımız iki eleme vardır, yani olası iki kaygımız; biri vizörde gerçekle karşılaşmak, diğeri, görüntüler bir kez geliştiği ve sabitlendiği zaman, doğru olanların içinden daha az güçlü olanları ayırmak zorunda kalmak. Olay geçip bittiğinde, tam olarak neden yetersiz kalındığı bilinir. Genellikle, çalışma içinde bir tereddüt, olay örgüsü içinde fiziksel bir kesinti bütünün içinde belirli bir detayı yakalayamadığın hissini verir; özellikle daha da sık rastlanan gözün bir rehavet içine girmesi, bakışın belirsizleşmesidir, bu da yeterlidir. Her birimiz için, gözümüzden yola çıkarak sonsuza doğru genişleyerek giden boşluk, az ya da çok, yoğunluğuyla bizi etkileyen ve hemen anılarımızın içine gömülen ve burada şekil değiştiren şeyi bize sunar. Tüm anlatım araçları içinde, sadece fotoğraf belirli bir anı sabitler. Biz kaybolan şeylerle oynuyoruz ve kayboldukları andan itibaren, onları yeniden geri getirmek imkânsız.” dedi.
Fotoğrafları 1933'te New York'ta Julien Levy Galerisi'nde, 1947'de Modern Sanatlar Müzesi'nde sergilendi. Aynı yıl fotoğrafçı Robert Capa ve David Seymour'la birlikte Magnum Photos adlı fotoğraf ajansını kurdu. Daha sonraki yıllarda Hindistan, Endonezya, Çin ve Mısır gibi çeşitli yerlerde bulundu. Buralarda ve Avrupa'da çektiği fotoğrafları 1952-1956 yılları arasında yayımladığı kitaplarında kullandı. Bunlardan en ünlüsü Images à la Sauvette'te fotoğrafın anlamı ve tekniği üzerine kapsamlı düşüncelerine yer verdi.
3 Ağustos 2004 tarihinde, Céreste-Fransa’da vefat etti.