Selahattin Enis Atabeyoğlu
Salahaddin Enis Atabeyoğlu, 1892 yılında Alanya’da doğar. Babası Jandarma Albayı Ahmet Enis Bey, annesi Naime Hanım’dır. Baba tarafından Gürcistan’ın Çıldır Atabey hanedanındandır. Resmi görevine ilk olarak Bursa’da başlayan Ahmet Enis Bey, Mütareke dönemine kadar imparatorluk topraklarının çeşitli bölgelerinde (Çatalca, Antalya, Urfa vb.) jandarma komutanı olarak uzun yıllar hizmet verdikten sonra son görev yeri olan Konya’dan jandarma albayı rütbesiyle emekliye ayrılarak İstanbul’a yerleşmiştir.
Salahaddin Enis’in çocukluğunun ilk yıllarına ait bilgi yoktur. Değişik birtakım kaynaklarda çocukluk yıllarının, jandarma subayı olan babasının vazifesi icabı bulunduğu Anadolu şehirlerinde geçtiğinden söz edilir. Ailesi Antalya’da birkaç yıl kaldıktan sonra önce Urfa’ya sonra da Konya’ya yerleşir. Zaniyeler adlı romanında Konya’ya ve Konya’daki Meram Bağları’na genişçe yer vermesinden, Konya’da yaşadığı günlerin anılarında epey kalıcı bir iz bıraktığını anlıyoruz. Salahaddin Enis’in ilk tahsil yılları hakkında hiçbir bilgi mevcut değildir.
Ailesinin Konya’dan İstanbul’a yerleşmesi Salahaddin Enis’in hayatı üzerinde büyük değişikliklere yol açar. Bir süre Yahya Dede Paşa’nın Sultanahmet’teki konağında oturduktan sonra Nişantaşı’na taşınırlar. Bu yıllarda aile muhitinin sağladığı imkânlarla İstanbul’un zengin ve aristokrat kesiminin yaşayışını yakından görme imkânı bulur. (Salahaddin Enis, İstanbul’un bu zengin ve aristokrat kesiminin yaşayışından edindiği izlenimleri daha sonra Zaniyeler romanında çok ağır ve eleştirel bir dille anlatacaktır.) I. Dünya Savaşı başlarına kadar devam eden bu dönem, hayatının en mutlu yıllarıdır. Salahaddin Enis, İstanbul’a geldikten sonra aralarına karıştığı zadegânla Cihan Harbi başlayana kadar bohem hayatı yaşar, bir süre Mekteb-i Tıbbiye’ye sonra da Hukuk Fakültesi’ne devam eder, savaş çıkınca da okulu bırakıp ihtiyat zabiti olarak orduya katılır. Salahaddin Enis’in tıp veya hukuk fakültesine ne kadar ve hangi tarihler arasında devam ettiğine dair başka bir bilgi bulunmuyor. Cepheye gitmese de askerliğini ihtiyat zabiti olarak yapması Salahaddin Enis’in daha sonra yazacağı roman ve hikâyelere damgasını vuracaktır. Salahaddin Enis savaş süresince İstanbul’da ihtiyat zabiti olarak bulunur. Cephe gerisinde eğlenen İstanbul’u, savaşın sebep olduğu sosyal felaketleri, savaştan dönen askerlerin sefalet ve dramını yakından izleme fırsatını bulur. Bu döneme ait izlenimlerini daha sonra yazacağı hikâye, roman ve yazılarında ele alır.
Salahaddin Enis’in şiir ve edebiyata hevesi çok küçük yaşlarda başlamıştır. Ondaki bu edebiyat hevesinin kaynağı şiire ve sanata düşkün olan babası Ahmet Enis Bey ve dedesi Yahya Paşa’dır. Dedesinin konağında küçük yaşlarda edebiyata heves eder. On yedi, on sekiz yaşlarına geldiğinde “edebiyat merakının en müzmin devrini yaşar.” Gece odasına çekildiğinde sabahlara kadar yazı yazar. Anne ve babası ona odasındaki lambayı alarak engel olmaya çalışır. Fakat o yazma hevesinden vazgeçmez. Mum ışığında gizli gizli yazmaya devam eder. Sonunda ailesi onu engellemekten vazgeçer.
Salahaddin Enis Rübabçılara katılıncaya kadar Piyano, Resimli Kitap, Kadın gibi kısa ömürlü dergilerde az sayıda yazı yazar. Bu yazılarda Salahaddin Enis üslup olarak Servet-i Fünuncular ve Fecr-i Âticiler’in etkisindedir. Bu yazılarda “Asır-dide, perişan çamların; sükûn-perver sâyeleri arasında… akşam güneşinin serptiği baygın, rakid ziyaların altında gül derin bir sükûnetle uyurken, bu amik sükûneti ihlal edecek hiçbir sada… yalnız ara sıra beyaz kuğuların yumuşak kanatlarının – kırmızı güneşin penbe aksiyle kesif bir esmerlik içinde kalan – bu mücella sath-ı bedie temasından başka hiçbir şey işitilmiyordu…” gibi Servet-i Fünuncuları aratmayacak tamlamalar ve cümleler kurmaktadır. Bu dönemde henüz hiçbir edebi topluluğa dâhil değildir.
1911 yılı ortalarında Halit Fahri (Ozansoy) ile tanışırlar. O yıllarda revaçta olan “Nev-Yunanîlik ve edebiyatta millîlik anlayışının ortaya atıldığı ve tartışıldığı bir dönemde “i’la-yı edebiyat” sloganıyla bir dergi çıkar. Bu dergi etrafında bir grup oluşturulmaya çalışılır.” Bu grup Rübabçılardır. Sahibi Cemal Nadir Bey olan ve pembe kâğıda basıldığı için “Pembe Mecmua” olarak bilinen Rübab Risale-i Edebiyesi’nde Mehmet Selim, İsmail Zühtü, Hemedanizade Ali Naci (Karacan), Hakkı Tahsin, Yakup Salih, Şahabettin Süleyman ve Salahaddin Enis gibi isimler vardır.
1914 yılında I. Dünya Savaşı başlar. Osmanlı Devleti 16 Kasım 1914’te Enver, Talat ve Cemal Paşaların kararıyla Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşına girer. Pek çok aydın bu savaş karşıdır. Fakat sonuç değişmez. Osmanlı Devleti birçok cephede İngiltere, Fransa ve Rusya kuvvetleriyle çarpışır. I. Dünya Savaşı Almanya’nın ve dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonuçlanır. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki ileri gelenleri bir Alman denizaltısı ile yurt dışına kaçar. Osmanlı Devleti’nin bazı bölgeleri işgal edilir. İtilaf devleti askerleri 13 Kasım 1918’de istanbul’u işgal eder.
1. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nde ve toplumunda çok büyük değişikliklere yol açar. I. Dünya Savaşı’nda ilan edilen seferberlikle yüz binlerce insan evini barkını bırakıp cephelere koşar. Cepheye giden askerlerin “bıraktığı boşluğu doldurmak için on binlerce Türk kadını inzivadan çıkar ve onlara iş hayatına girmek için müphem imtiyazlar tanınır. Savaşın iktisadi baskıları yeni ihtiyaçlar ve fırsatlar – hem felaket derecesinde ihtikâr ve vurgunculuk, hem de yeni ticarî ve sınaî teşebbüs fırsatları – yaratır. Lewis, I. Dünya Savaşı yenilgisinin “Müslüman Türklerin bile moralini ve bağlılığını çökerttiğini” söyler. Mütareke yıllarında savaştan dönen askerlerin sefaleti, ülkenin yoksulluğu, savaşa giden askerlerin eşlerinin içine düştüğü kötü durumlar, askerler cephelerde savaşırken İstanbul’da yaşayan insanların pervasız eğlenceleri daha sonra Salahaddin Enis’in hikâyelerine ve romanlarına geniş biçimde konu olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı başlarında yayımlanan “Bir Kadının Son Mektubu” adlı hikâyesi S. Enis’in adının duyulmasına yol açar. “Levs-i beşerin sert hatlarla ve heyecanlı bir ifade ile tespit edildiği” bu hikâye, bir fahişenin hastanede ölürken yazdığı mektup formunda kaleme alınmıştır. Kendisiyle yapılan bir mülakatta bu hikâyeden şöyle söz eder: “ Bu eserin ilk neşri etrafta müthiş bir infial hâsıl etti. Esere gayri ahlaki dendi. Böyle bir esere gayri ahlaki demek bir bühtanı mutlaktı.”
Savaşın son yılında (1918) Sedat Simavi’nin çıkardığı mizah mecmuası Diken’de mizahi yazılar yazar. Pek de sevmediği Enver Paşa ve gazeteci Ali Kemal hakkında hiciv yazıları kaleme alır.
Şebab’ın ilk sayısında yazdığı “Dayak” adlı mensurenin akisleri uzun süre dergi ve gazete sayfalarını meşgul eder. “Aşkımla zaptedemediğim bu kadını tedhiş ve tahvifle yola getirmeye suret-i katiyede karar verdim.” diye başlayan yazının devamında kadınları dövmenin son derece doğal ve normal hatta gerekli olduğunu savunur. “Bütün kin ve feveran ile coşmuş bir elin çıplak bir kadın sırtında çıkardığı et sedası ise dünyadaki musikilerin bilaşüphe en vahşisi ve en güzelidir.” tarzında son derece tartışmalı ifadeler kullanır. Yazısını kadınları ve o dönemin feministlerini çıldırtacak şu cümleyle bitirir. “Kim demiş ki kadın dövülmez? Bilakis desise ve yalanıyla, hile ve hıyanetiyle kadın öyle bir mahluktur ki Allah hiç şüphesiz onun sırtını elimiz acımaksızın dövülmek için böyle yumuşak ve kemiksiz yaratmış olacak…!” Şebab’ın 2. sayısında Zehra Fuad adlı bir yazar, Salahaddin Enis’e mizahi bir dille cevap verir. Zehra Fuad Hanım’ın yazısı aslında kocasından dayak yiyen ve boşanmak isteyen isimsiz bir kadınla hâkim arasında mahkeme salonunda geçen diyaloglar şeklinde bir hikâyeciktir. Zehra Fuad Hanım, bu hikâyecikle Salahaddin Enis’in “Dayak” adlı yazısının erkekler tarafından nasıl algılanacağını, bu yazının erkekleri kadınları dövmeye teşvik edeceğini anlatmaya çalışır. Eve geç gelen koca, karısı kapıyı geç açtığı için onu sabaha kadar dövmüş, üstelik da sarhoş kafayla boşamıştır. Kadın kahraman Salahaddin Enis’in “Dayak” adlı yazısına bir cevap yazmaktadır. Kocası buna da çok kızar. Kadın da cevabi yazısında haklılığını ispat edebilirse kocasından kendisini boşamasını ve hür bırakmasını ister. Ama hikayeciğin sonunda hâkim kararını verir: “Talak sabit olmamıştır.”
Zehra Fuad Hanım’ın bu yazısına karşılık Şebab’ın 4. sayısında bir cevap yazar. Cevabında kadınların dövülebileceği düşüncesini tekrarlar ve erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu, bu yüzden kadınları dövmeye de hakları olduğunu, kadınların bu üstünlüğü elde ettikleri gün erkekleri dövebileceklerini yazar.
Tartışma başka yazarların da araya girmesiyle iyice büyür. Sonunda gazete idaresi olaya el koyar. Salahaddin Enis’in bekâr bir genç olduğundan hareketle böyle sözler söylemesinin normal olduğu ileri sürülür. Okuyuculardan özür dileyerek bu meseleye son verdiklerini duyururlar. 3 Eylül’de Şebab’ın 7. sayısında “Kuduz” adlı bir yazı daha yazar. Bu yazıda hakaretin dozunu artırarak kadınları “kuduz bir köpeğe” benzetir. Şebab’taki bazı yazarlar Salahaddin Enis’i destekler. Fakat onlar da kadın yazarlardan ciddi tepki alırlar. İki üç ay süren bu tartışmaların ardından anti-feministlikle suçlanan Şebab idaresi 16. sayıda ikinci bir açıklama yapma gereği duyar. “Şebab’ın anti feministlerin risalesi olmadığını, aslında Şebab’ın kadınların aleyhinde değil akılları kafalarından taşkın, hoppa, şımarık hanımların aleyhinde olduğunu” belirtirler. Bu yazıdan sonra Salahaddin Enis’in adı uzun yıllar matbuat dünyasında “kadın düşmanı”, “eli bastonlu muharrir” olarak anılacaktır. Bunda şüphesiz onun diğer yazılarında ve hikâyelerindeki kadınlara karşı olumsuz tavrının da etkisi vardır. Ondaki kadınlara karşı bu olumsuz bakış açısının ömrünün sonuna kadar değişmediğini söyleyebiliriz. Şebab’ta yayımlanan “Dayak” yazısından tam 17 yıl sonra Son Posta’da yazdığı “Oğluma Kız Arıyorum” yazısında da bu olumsuz tavrını sürdürür.
Salahaddin Enis’in eserlerinin yayımlanması üzerine gelen ilginç tepkilerden biri de bir kadın ve magazin mecmuası olan Süs’te yayımlanan imzasız bir yazıdır. Yazıda “Salahaddin Enis’in bütün yazılarında insanlara ve cemiyet-i beşeriyeye karşı Zolavari bir kin ve husumeti olduğundan” söz edilir. Yazının devamında şöyle denir: “En küçük hikâyelerinden tutunuz da bu son romanına kadar bütün mevzuları mutlak bu kin ve husumetin ilham-ı tesiri altında intihap edilmişlerdir. En alelade vakalardan bir sebep ve bahane ile bu husumeti izhar için bin bir fırsat bulan muharrir Harb-i Umumi’de Şişli hayatının fuhuş ve sefahatine dair olan Zaniyeler hikâyesinde ne zengin ve galeyankâr bir mevzu tasvir ettiği kolayca anlaşılır.”
Latin harflerinin kabulünden önce 1340 yılı Nevsal-i Edebi’sinde “Esrarengiz Buhurdan”, 1927’de Resimli Hikâye’de “ilyas Efendi’nin Evlatlığı” hikâyeleri yayımlanır. Eski harflerle yayımlanan (tespit edebildiğimiz) son hikâyesi Resimli Hikâye’deki “Merdivenli Hoca”dır. 1930 yılında Vakit gazetesinde Mahalle tefrika olarak yayımlanır. Bu, onun son romanıdır.
S. Enis’e göre edebiyatın en önemli görevi toplumun sorunlarını dile getirmektir. Memleket meselelerine uzak, toplumdan kopuk bir edebiyat görevini yerine getirmiyor demektir. Ona göre “Leyla Mecnun’u görmüş, Mecnun Leyla’yı sevmiş. Başında Leylekler yuva yapmış veya ey benim şûride emellerim, perişan hülyalarım!” veyahut “Tarlada papatyalar çiçek açtı. Çayırda laleler bize bir aşk ve hayal sediri hazırladı.” gibi cümleler “laf yığınları”ndan ibarettir ve günümüz okuyucularının ihtiyaçlarına ve zevkine cevap veremez. Asrımız ilim, fen, fabrika, makine asrıdır. Bu asır bizden gerçek bir edebiyat istemektedir. Bunu unutup inatla ilerlemek istemeyen ve hâlâ Leyla ile Mecnun efsaneleri, süslü kelime ve laf yığınlarıyla edebiyat ve sanat yapmaya çalışmak son derece yanlıştır.” der.
Salahaddin Enis gazeteciliğe 1327 (1909/10)’de Üsküdar İdadisi’nden hocası ve Tanîn’de sekreter olan Muhittin Birgen’in teşvikiyle başlar. Burada iki üç ay çalıştıktan sonra ayrılır. Bu tarihten sonra otuz yıl boyunca musahhihlikten gece sekreterliğine, yazı işleri müdürlüğünden patronluğa kadar gazeteciliğin pek çok alanında çalışır. Harf inkılabı, gazetecilik ve tashih hayatında ona epey zor ve yıpratıcı zamanlar yaşatır. Uzun seneler Vakit’te musahhihlik ve gece sekreterliği yapar. Oradan tekrar Cumhuriyet gazetesine döner.
Salahaddin Enis memurluk hayatına 1913 yılında Âyan Meclisi’nde tahrirat kalemi mümeyyizliğiyle başlar. Âyan Meclisinin kapanması üzerine devlet memurluğunun sona ermesiyle İkdam gazetesindeki çalışmalarıyla geçimini kazanır. 6 Temmuz 1925 tarihinde o zamanki adıyla Seyr-i Sefain İdaresi’nde Umumi Kâtiplik Muhaberat Bürosu Neşriyat ve Propaganda Memuru olarak işe başlar. Ölümüne kadar Denizbank ve Denizyolları idarelerinde idare kâtibi ve müfettiş olarak hizmet verir. Ölümünden kısa bir süre önce de aynı kurumun neşriyat şefi olarak “Devlet Denizyolları ve Limanları Mecmuası” adlı dergiyi çıkarır. Salahaddin Enis 11 Haziran 1942’de İstanbul’da zatürreden hayatını kaybeder.
Salahaddin Enis’in kişiliğinin en belirgin özelliği haksızlığa ve adaletsizliğe tahammülsüzlüktür. Gerek günlük yazılarında gerekse hikâye ve romanlarında, haksızlıklar ve adaletsizlikler karşısında âdeta çılgına döner. Bazen ağır ve galiz sözlerle bu haksızlık ve adaletsizlik yapanları fütursuzca eleştirir.
Salahaddin Enis gençliğinde epey farklı bir tarzda giyinir. Oğlu Cem Atabeyoğlu bu farklılığı şöyle dile getirir: “Eserlerinde temiz olmayan şeylere karşı gösterdiği tutkunlukları dikkati çeken; bazen bir köpek leşini, bir insan cesedini, bir dilencinin iç çamaşırını en gerçek şekliyle dile getiren ve konularının çoğunu hayatın pis ve iğrenç noktalarından seçen babam, son derece temiz ve titiz bir insandı da. Zamanının şıklığı ile tanınmış ve giyimi İstanbul’da modalar yaratmış kişisiydi. Bugünün şalvar modasına pek benzeyen, üstü bol, bileklere doğru daralan ve hayli kısa olan paçalı pantolonları, edebiyat dünyasında yıldızının en parlak olduğu yıllarda İstanbul’da pek çok kişi tarafından taklit edilmiş. Bir gün Yıldız Parkı’ndaki havuzda kayıkla gezerken, elini suya sokmak ister; dalgınlığı da iyi bildiğinden kol saatini kayıkta unutmak veya cebinden düşürmek korkusuyla olacak, ayak bileğine bağlar. Ancak dalgın Salahaddin Enis, bu kez kol saatini ayak bileğinde takılı unutur. Yıldız Parkı’ndan dönüşte Beyoğlu’na çıkar, oradan Cağaloğlu’na gider. Ve birkaç gün sonra bir gazetede şöyle bir habere rastlanır: ‘Salahaddin Enis yeni bir moda daha çıkardı, şimdi saatini ayak bileğine takıyor!’ İşin daha ilginç yanı bu hal, zamanın züppeleri arasında, kısa bir süre için de olsa moda bile olur.”
Çağdaşları arasında Salahaddin Enis’i en iyi değerlendiren kişi Peyami Safa’dır. Peyami Safa, Salahaddin Enis’in “yumuşak ve rikkatli ruhunu maskeleyen sert ve karamsar yüzüyle eserleri arasında şaşırtıcı bir benzerlik” olduğu görüşündedir. Sertliği “mizacından”, karamsarlığı ise “Edebiyat-ı Cedîde tesiriyle natüralist Fransız romanından” kaynaklanmaktadır. Onun Zola’ya benzeyişi roman tarzıyla ilgili değildir. “Müşahededen ziyade isyankâr bir muhayyilenin bedbin tasavvurlarını ortaya koyan eserleri, varlık dramına karşı isyanın bütün bahanelerini çirkinliği ifadede bulmuştur.” Salahaddin Enis’in “öfkesinde ve tiksintisinde zorlu ve derin olan” ruhu kendi istekleriyle gerçekler arasındaki uygunsuzluğun cehennemi içinde zamanımızın cemiyet ve ahlak yapısına karşı isyanla ve nefretle dolup taşmıştır. Peyami Safa’ya göre “piyasa romanlarının liyakatsiz cazibeleri arasında Salahaddin Enis’e hakkını veren bir tenkitten mahrum oluşumuz, onun bu dünyadan ve edebiyattan küskün ayrılmasıyla sona ermiştir.”
ESERLERİ
ROMAN
Neriman, Baharlar Yahut Hazanlar
Zaniyeler (Fitnat’ın Sergüzeşti)
Sârâ
Orta Malı
Cehennem Yolcuları
Ayarı Bozuklar
Endam Aynası
Mahalle
HİKÂYE
Bataklık Çiçeği
Kaynak: Selahattin Enis Atabeyoğlu'nun Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir Araştırma, Doktora Tezi, Vahit Tane, 2012