Sermet Muhtar Alus
Sermet Muhtar Alus, 28 Mayıs 1887’de İstanbul’un tarihî semtlerinden biri olan Saraçhanebaşı’nda doğar. Annesi Fatma Kevser Hanım, babası Ahmet Muhtar Paşa’dır. Babasının Muhtar adına ilave olarak kendisine dedesi Osman Abid Paşa’nın Osman’ı ve Sermed ismi uygun görülmüştür. Sermed, ebced hesabıyla kameri hicri takvimde 1304 yılına yani, yazarın doğduğu yıla tekabül etmekteydi. Başlangıçta her üç adını daha sonra ise özellikle yazılarında, Sermet Muhtar imzasını kullanmıştır.
Sermet Muhtar ve annesi, özellikle babasının ölümünden sonra hiç ayrılmazlar. Yazarın ölümüne kadar birlikte yaşarlar. Annesini çok seven, ona çok düşkün olan yazar, hayatı boyunca biraz da olsa, anne hâkimiyeti altında kalır.
Çocukluğundan itibaren, çok zengin bir kültürel etkiyle karşı karşıya gelen Sermet Muhtar’ın fikrî ve hissî teşekkülünde aile çevresinin çok büyük rolü olur. Özellikle sürdürdüğü konak hayatı, onun ileriki zamanlarında meydana getireceği edebî çalışmalarında temel kaynağı oluşturur. Çevresine dair yaptığı bütün gözlem ve tespitler, ailede var olan okuma merakıyla birleşince ortaya Sermet Muhtar’ın profili çıkar.
Hem anne hem de baba tarafından çok köklü ve kültürlü bir aile çevresine sahip olan Sermet Muhtar’ın çocukluğu, dedesi Abid Paşa’nın Saraçhanebaşı’ndaki ve Göztepe’deki konaklarında geçer. Abid Paşa’nın 1894 yılı temmuz ayında çeşitli sebeplere dayandırılan bir jurnal sonucunda Halep’e sürgün edilmesi, Sermet Muhtar’ın çocukluk yıllarına ait en önemli anılarına vesile olur. Sermet Muhtar, 1897 yılında, daha 10 yaşında bir çocukken, annesi ve anneannesi ile birlikte İstanbul’a gitmesine izin verilmediği için Halep’te ameliyat olmak zorunda kalan hasta dedesini ziyarete gider. Bu yolculuk sırasında yaşadıklarını, yıllar sonra büyük bir canlılıkla gazete sütunlarında anlatır. Halep seyahatinden hastalanarak dönen Sermet Muhtar, “Sıtma” adlı yazısında, Amik ovasında sıtmaya yakalandığını, ancak dönüşte İstanbul’da tedavi görerek, iyileştiğini anlatır. Bedenen çok fazla gelişmiş bir çocuk olmamasını bu hastalığına bağlar.
Aile çevresinin tesiriyle, çok küçük yaşlardan itibaren kültürel faaliyetleri takip eden Sermet Muhtar için en önemli eğlence kaynaklarından biri tiyatrodur. Dedesinin Şehzadebaşı’ndaki konağı, onun tiyatro faaliyetlerine kolayca ulaşmasında bir basamak olur. Çünkü Şehzadebaşı’ndaki Direklerarası özellikle ramazan aylarında geleneksel eğlence yerlerinin başında gelir.
Yazar, çocukluk yıllarında oyun peşinde koşan hareketli bir çocuk olmaktan ziyade, biraz da aile çevresindeki entelektüel atmosferin tesiriyle, ağırbaşlı bir çocukluk geçirir. Ancak bu durum gençlik yıllarında değişir, arkadaş çevresi genişleyen Sermet Muhtar, edebiyatla ve jimnastikle ilgilenir, içkili eğlencelere devama başlar.
Sermet Muhtar, eğitimine eve gelen hocalardan özel dersler alarak başlar. Çünkü dedesinin sürgünde olması nedeniyle evlerinde bir matem havası vardır. Kendisinin “ilk gerçek hocam” diye nitelendirdiği, o dönemde kız-erkek karma eğitim veren Taş Mektep hocalarından İlimyeli Arif Efendi’den dersler alır. 19. yüzyıl sonu İstanbul’unda, varlıklı olmanın icaplarından kabul edilen evdeki çocuğa “enstitütris” yani mürebbiye tutma modasına Sermet Muhtar’ın ailesi de uyar. Sermet Muhtar’ın düzenli bir şekilde okula devamı Galatasaray Lisesi’nin son sınıfına kaydının yapılmasıyla başlar. Oradan 1906 yılında mezun olur. 1906’da girdiği Mekteb-i Hukuk’tan 1910 yılında birincilikle mezun olur.
Üniversite eğitimini tamamladıktan sonra bütün hevesi Avrupa’da hukuk doktorası yapmak olan Sermet Muhtar, bu arzusunu gerçekleştiremez. Askeri Müze’nin açtığı sınavı kazanarak “Umur-ı Fenniye ve Tarihiye Katibi” olarak göreve başlar. Okumaya karşı ilgisi çok derin olan Sermet Muhtar, Fransız edebiyatının önemli temsilcilerini, özellikle Jules Verne’i, daha çocuk yaşlardan itibaren okumaya başlar.
Batı edebiyatı kadar Türk edebiyatının devrinde önemli sayılan eserlerini de takip ettiğini yine yazılarından çıkarmak mümkündür. Özellikle Servet-i Fünun devrine ait eserleri (Rubab-ı Şikeste, Aşk-ı Memnu, Mai ve Siyah...) sık sık zikreder.
Bazı yazılarının dipnotlarından ve eserlerinde bahsettiği eserlerin künyesinden onun çok geniş bir arşiv ve kütüphaneye sahip olduğunu kestirmek hiç de güç değildir. Onun okul hayatı ömrü boyunca devam etmiştir. Sonsuz bir öğrenme isteği vardır.
Çok geniş bir aile ortamında büyüyen Sermet Muhtar, üç kez evlenir. İlk evliliğinden 1917 yılında tek çocuğu olan Elhan dünyaya gelir. Elhan Hanım’ın ismi Cenap Şehabettin’in “Elhan-ı Şita” adlı şiirinden mülhemdir.
Sermet Muhtar’ın düzenli iş hayatı Askerî Müze’de çalıştığı dönemle sınırlıdır. Askerî Müze’ye “Umur-ı Fenniye ve Tarihiye Kâtibi” olarak alınır. Müzedeki görevi Fransızca ve Türkçe birer rehber hazırlamak üzerinedir. Söz konusu rehberler, üç cilt halinde, 1920 ve 1922 yıllarında yayımlanır. Yazar, babası Ahmet Muhtar Paşa’nın 1926 yılındaki ölümünden bir iki gün sonra buradaki görevinden ayrılır. Daha sonra herhangi bir işte düzenli olarak çalışmaz, özellikle hayatının son döneminde geçimini gazete ve dergilere yazdığı yazılarla sağlar.
Sermet Muhtar, yazılarında şahsî hususiyetlerine dair ipuçları verdiği gibi; meraklarından, alışkanlıklarından, sevdiklerinden, sevmediklerinden de yeri geldikçe bahseder. Ancak hiçbir zaman zayıf yönünü, maddî sıkıntılarını, iç dünyasındaki buhranları dışa yansıtmaz.
Etrafındaki her konuya, her ayrıntıya büyük bir merak duygusuyla, öğrenme hevesiyle yaklaşan Sermet Muhtar, özellikle İstanbul’un geçmiş zamanlarını anlattığı seri yazılarında bu özelliğini sık sık ortaya koyar. Denizle alakalı olarak, vapurlara ve balıklara olan merakı onun en çok sözünü ettiği konular arasındadır.
Sermet Muhtar’ın, ilgisini çekmeyen konu yoktur denilse abartılmış olmaz. Zaten yazılarının başlıklarına bakmak dahi bu çeşitliliği vermeye kâfidir. Sermet Muhtar, sırf konuşma biçimini gözlemleyebilmek için evinin önünden geçen satıcıyı durdurarak sohbet eden, karşılaştığı bir dostuna veya okuyucularına, okuduklarını, gördüklerini yahut başından geçmiş bir vakayı meddah edasıyla nakleden bir “mîr-i kelam”dır.
Bir “paşazade” olarak dünyaya gelen ve konaklarda özel öğretmenler nezaretinde eğitim görerek büyüyen Sermet Muhtar ve ailesi daha 1915’lerde maddi sıkıntı çekmeye başlar. Hayatlarının en parlak ve görkemli devresinde kapılarını herkese açan hatta yedi çocuğu himaye edip büyüten, onları evlendiren Ahmet Muhtar Paşa ailesi, son yıllarını sefalet içinde geçirir. Beyoğlu Küçükparmakkapı’daki evinde çekilen son fotoğraflarında Sermet Muhtar, mangal başında eski kıyafetiyle ısınmaya çalışırken görüntülenir. O tarihte, gerek kendisinin gerekse annesinin, her ne kadar saklamaya çalışsalar da büyük bir maddî sıkıntı ve ilgisizlikle karşı karşıya oldukları görülür. Son yıllarında kaleminin gücüyle ancak ayakta durabilir.
Uzun süredir evden dahi çıkamayan Sermet Muhtar, 20 Mayıs 1952 Salı günü vefat eder.
Yıllarca yazı yazdığı Akşam gazetesinde çıkan cenaze haberine göre, Sermet Muhtar: “...Beyoğlu’nda Parmakkapı’daki evinden alınmış ve Bayezit’e getirilerek ikindiyi müteakip cenaze namazı kılındıktan sonra Silivrikapı’da medfun bulunan pederinin yanında ebediyete terkedilmiştir...”
“Gazeteler onun seneler süren yazılarıyla tirajlarını yükseltip günlerini gün etmişler ve ölümünde cenazesini kaldırmak sahavetini (!) gösteren bir akşam gazetesinin zengin sahibi ona –maalesef- belediyenin ikinci sınıf, yani daha ucuz bir merasimi layık görmüştü. Halbuki Sermet Muhtar; pîr aşkına diyebileceğimiz bir ücretle o gazeteye ne şaheserler yağdırmıştı...” diye yazar Necdet Rüştü Efe.
Yusuf Ziya Ortaç anılarında Sermet Muhtar’dan söz ederken, onun bilgisi ve kütüphanesinin zenginliği karşısında hayrete düştüğünü dile getirmekten kaçınmaz: “…Bir gün elimizde Larousse, birkaç arkadaş imtihan ettik onu: Rastgele açtığımız sayfalardan kelimeler soruyorduk. Size inanılması güç bir şey söyleyeyim mi?... Her kelimeyi Larousse gibi açıkladı bize…Korktuk ! Ama Sermet, yalnızca Fransızca değil, galiba Fransızcasına yakın, belki de Fransızcası kadar Almanca da bilirdi… Sonra?... Biraz İngilizce, biraz da İtalyanca: Londra’da ve Roma’da dilsiz kalmayacak kadar! Raflarda, sandıklarda, dolaplarda kitap dolu idi. Hele Fransız edebiyatının sahne eserleri, belki de eksiksizdi evinde…”
Özellikle Fransızca’ya o kadar hakimdir ki, 1920-1922 yılları arasında Askerî Müze için Fransızca Rehber, 1930 yılında Türkçe-Fransızca bir sözlük yazar, ayrıca bazı piyesleri Fransızcadan Türkçeye adapte eder. Bunların dışında birçok yazısında Fransızca eserlerden yararlandığını belirtip, bazen de bu eserlerden uzun sayılabilecek çeviri alıntılar yapar.
Toprağa veriliş haberinin çıktığı günkü Akşam gazetesinde, Sermet Muhtar’ın Eski Zamanın Meraklı Vakaları serisindeki “Anika” adlı tefrikası hâlâ devam ediyordur ve metnin içinde hem yazarın çizilmiş bir resmi hem de bir veda yazısı vardır: “...Sermet Muhtar’ı kaybettik. O parmaklarının arasındaki kalemi bırakmağa imkân bulamadan hayat onu bırakıverdi. Ona kendi eseri içinde Tanrıdan rahmet dilemek hem hazin hem güzel bir tesadüf. Allah rahmet eylesin...”
Batı kültürüne olan yakınlığı sadece yabancı dillere olan hâkimiyetiyle sınırlı kalmayan yazar, güzel sanatların çeşitli dallarıyla da ilgilenir.
“Zevkle dinlenecek kadar” piyano çalan, alaturka ve alafranga müzikten anlayan Sermet Muhtar, yıllar sonra bile şarkı sözlerini tereddütsüz hatırlayabilecek bir müzik hafızasına sahiptir. Yazılarında zaman zaman eski şarkı, türkü, kanto, operet ve marşlara yer verir. Bunun kendisinde bıraktığı tesiri şöyle dile getirir: “Bazı eski türküler, şarkılar geçmiş zamanları, uzun yılların arkasında kaybolan, unutulup giden demleri ne de tatlı tatlı hatıra getirir; insan, sanki o günler geri gelmiş, aralarında yaşıyormuş zannına kapılır…”
Radyoda duyduğu bir şarkıyla II. Meşrutiyet yıllarına gider: “…Namık Kemal’in (Amalimiz efkarımız ikbali vatandır) şarkısını birkaç ay evvel radyoda işitince meşrutiyetin ilk günleri, caddelerdeki nümayişler (yaşasın hürriyet! Kahrolsun istibdat. Yere batsın hafiyeler!) bağırtıları hâlâ kulaklarımda çınlıyor sandım. Karşımda (Vatan yahut Silistre) piyesinde İslambeyliğe çıkan ilk İslam sanatkâr Raşit Rıza biraderimizin o zamanki civanın civanı hayali…”
Sermet Muhtar, müziğe olan ilgisine ilaveten, ilk gençlik yıllarında resim dersleri almıştır: “...Ressam Üsküdarlı Ali Rıza Bey... 1904 yılında kolağası rütbesinde iken bize gelir; beni resme alıştırır.” Yağlı boya ve karakalem resim yapmak, karikatür çizmek onun uğraşları arasındadır. Hatta bunlarda o kadar başarılıdır ki, bugün yağlıboya resimlerinden, tespit edebildiğimiz, dört tanesi [Belgrat Seferi’nden Dönüş (1912), Elçi Kabul Sahnesi (1918), Kırım Savaşı’nda Osmanlı Kapısı (1919), Kaykırat Muharebesi (1920-22)] Harbiye Askerî Müze’de sergilenmektedir. Ayrıca yazdığı eserlerin büyük bir bölümünü kendi resimlemiştir.
Ailesinin ifadesine göre, son yıllarda resim yapmayı bırakmış olan yazar, resimle ilgisini ölümüne kadar sürdürmüştür. 1951 yılı Ocak ayından itibaren Akşam gazetesine yazmış olduğu “Eski Zamanın Meraklı Vakaları” adlı seri hikayelerin ortak özelliği resimli olmalarıdır. Resimler Salih Erimez ve Çetin Özkırım adlı ressamlar tarafından çizilmiştir. Sermet Muhtar’ın 20 Mayıs 1952 tarihindeki ölümünden sonra, Akşam gazetesi elinde hazır bulunan resimli hikayeleri yayımlamaya devam etmiştir. Son hikaye “İdmancı Fehim Bey” adını taşımaktadır ve 16 Haziran 1952 günü son bulur.
Resme ilave olarak, babası gibi, fotoğrafla da ilgilenen yazar, evlerinde oldukça konforlu bir “chambre noire”ın yani karanlık oda ve türlü türlü fotoğrafçılık alet edevatının varlığından söz eder. Önceleri, devrin baskısı sebebiyle, ev içi fotoğrafları çeken Sermet Muhtar, II. Meşrutiyet’in ilanıyla gazetelerdeki çalışmalarına bağlı olarak, fotoğrafçılığı dışarıda sürdürmeye başlar: “...Meşrutiyet ilan edildi. Bir iki gazetede ve mecmuada ufak tefek yazılarım ve sözüm yabana karikatürlerim çıkıyor, fotoğrafçılığı da biraz kavramışım ya, dürbinli, portatif makinemle köprü üstünde ilk otomobiller, Eminönü meydanının genişleyen köşesi, yeni Haydarpaşa istasyonu gibi şayan-ı dikkat resimler çekiyorum...” Çektiği fotoğraflardan biri yüzünden, önce tartaklanan sonra da karakolluk olan yazar, “muhadderat-ı İslamiyenin” yani Müslüman kadınların fotoğrafa çıkmış olabileceği zannıyla suçlanır, hatta tutuklanması istenir. Sermet Muhtar’ın “Bir fotoğrafçı filmi yıkasın; eğer bir kadının eteğinin ucu görünecek olursa içeri tıkılmayı maalmemnuniye kabul...” etmesi ve sonuçta fotoğrafta sadece tramvayın çıkması kurtulmasını sağlar.
Özellikle bugün yaşananlardan hareket ederek geçmişi anlatan Sermet Muhtar’ın, eserlerine kaynaklık eden unsurları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
1)Çocukluk ve gençlik anıları
2)Aile çevresinde yaşananlar
3) Akraba, dost, arkadaş, tanıdık çevresine ait ayrıntılar
4)Yaşadığı devrin hususiyetleri
5)İstanbul’a dair hususiyetler
6)Okuduğu kitaplar
İlk yazılarını 1907 yılında “Çocuklara Mahsus Gazete”de “Necat” takma adıyla yazmaya başlayan Sermet Muhtar’ın edebiyat dünyasıyla tanışması daha öncesine dayanır.
Sermet Muhtar’ın edebiyat ve edebiyat çevreleri ile olan münasebeti, hukuk eğitimi aldığı yıllarda artarak devam eder. Okulda, ileride Türk edebiyatında önemli yerler alacak olan isimlerin olduğu görülür. Mesela Servet-i Fünun temsilsici Ahmet Şuayib, onun Mekteb-i Hukuk’ta idare hukuku muallim muavinidir. İbrahim Alaeddin Gövsa, Behçet Yazar, Burhan Felek, Fuat Köprülü okul arkadaşlarıdır.
1931 yılından itibaren, devrin birçok gazete ve dergisinde Sermet Muhtar’ın yazılarına rastlamak mümkündür. Artan bir tempoyla sürekli yazan, hatta öldüğünde geriye daha yayımlanacak yazılar bırakan yazarın, en uzun süreli çalıştığı gazete Akşam gazetesi olmuştur.
1943 yılında, onun bir ara, Cemal Nadir tarafından tesis edilmiş olan Amcabey dergisinin imtiyaz sahipliğini üstlendiğini görüyoruz. Aynı dönemde neşriyat müdürlüğünü Rıza Yücer’in yaptığı bu yayın organı II. Dünya Savaşı’nın getirdiği olumsuz şartlar sonucu, maalesef uzun soluklu olamamıştır. Ancak Sermet Muhtar’ın “kiralık sahife”de ve diğer sayfalarda çıkan çok sayıdaki yazısıyla -yayımlandığı sürece- Amcabey’i zenginleştirdiği, desteklediği aşikardır. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran Balkan Harbi ve I. Dünya Harbi’nin toplum üzerindeki bütün yıkıcı etkilerini bizzat müşahede eden Sermet Muhtar; gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını sonraki yıllarda anlatmıştır.
ESERLERİ
Topkapı Saray-ı Hümayunu Meydanında Kain Müze-i Askerî-i Osmanî Züvvarına Mahsus Rehber
Türkçe-Fransızca Yeni Lugat
Yeniçeriler ve Eski Türk Ordusu
30 Sene Evvel İstanbul
Eski Defterdekiler
Masal Olanlar
Bir Varmış Bir Yokmuş
Eski Konaklar Bize Neler Anlatıyor?
İstanbul Kazan Ben Kepçe
Kırk Yıl Evvelkiler
Eski Günlerde
35 Yıl Evvelki Demlerinde
Gördüklerim Duyduklarım
Eski Ramazan Geceleri
Pazar Sohbeti
Dünden Bugünden
Bugünden Dünden
Romanları:
Kıvırcık Paşa
Harp Zengininin Gelini
Pembe Maşlahlı Hanım
Sülün Bey’in Hatıraları
Rüküş Hanımlar
Onikiler
Eski Çapkın Anlatıyor (Dünün Genci Anlatıyor)
Kırkından Sonra
Anasını Gör Kızını Al
Nanemolla
Şahende Hala
Bebek Emine
Banker Arif
Molla Bey’in Baldızı
HİKÂYE:
İmamın Havalanması
Kuyumcunun Havalanması
Hanımefendi’nin Havalanması
Hacıbabanın Havalanması
Zorla Güzellik Olmaz
34 Yıl Evvel Bir Donanma Gecesi
Ödünç
Kavuşan Sevgililer
Pembe Mektup
Köşkteki Kiracıların Esrarı
Kadıköy Vapurunda
Dönek Adam
Sofu Adam
Bir Evlenmenin Hikayesi
Piyesleri:
Helal Mal
Ev İlacı
Yıldızlar Barıştı
Pişkin Misafir
Yalancı Kolye
Can Ciğer Dost
Kaynak: Sermet Muhtar Alus Hayatı- Sanatı- Eserleri, Doktora Tezi, Meral Demiryürek, 2006