Yılmaz Çelik

Yılmaz Çelik

Eskilerin "Muzri Togarma" (Munzur Dağları) dedikleri dağ silsilesinin eteğinde Çedagı adında bir köy var. "Gola Vacuğı" (Ovacık Gölü) suları çekildiğinde ay parçası gibi kalakalmış orda öyle. Efsanesi ta yedi düvele kadar yayılan Kutsal Munzur Çayı bu köyün önünden akıp gider işte. Elinizdeki kayıtta "Sano sano, Uy Tariyo" diyen Yılmaz da oralıdır.

Küçüklüğünü hayal meyal hatırlıyorum Yılmaz’ın. Anamın anlatışına göre, kırmızı soluklu bir ata binip ceviz toplamaya gelirmiş bizim oraya. Kara saçlı kara suratlı bir çocukmuş. Sonra çığ düşmüş gibi hepimiz bir yere savrulmuşuz ya...O da gurbetçi bir babanın arkasından uzaklara ta Alpler ülkelerine göçmüş. Aslında hiç gidesi yokmuş.

Şimdi düşünüyorum da... Ondan sonra araya ne çok arabi görüntü girmiş. Tutsaklık, savaş, göç!..
Aklıma öldüğünde bir derginin "Bu dünyadan Zaza beyi göçtü" dediği şair Cemal Süreyya’nın anlattıkları geliyor. "Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu."

Bu diaspora hali hepimizin yüreğinde başka başka duyarlılık yol aça dursun, Yılmaz; gittiği her yerde -buna Frenk eli de dahil olmak üzere- kültürünü, kökünü, kedi bıyıklı esmer halkını hiç unutmamış. Her anımsayışta Edip Cansever’in dizeleri gelip belleğinin bir yerine kuruluvermiş.
"İnsan yaşadığı yere benzer"
O yerin suyuna o yerin toprağına benzer
Hasretine, yalanına benzer"

Bu yüzden "PİRBAB" (Soy ağacı) diyor son kasetinde. Bir iz sürücüsü gibi, uslanmayan son serüvenciler gibi kendi köküne yaptığı o yabanıl yolculukta Simurk (Zümrüdü Anka) örneği uçup duruyor. Belli ki; ne dünyaya gözlerini açtığı kutsal çayın kıyısından ne de sözünden vazgeçiyor. Aksine türkülerinde sarf ettiği her söze yüreğinin tüm kederi ve coşkusuyla asılıyor. Bizi kah Kırklar Kapısı’na, kah Xarpet’in (Harput) üzümü bağlarına ve Bilges Yaylasına götürüyor.

Yüreği şen, yolu açık olsun bu kara çocuğun !

Haydar Oğur