II. Abdülhamit
Abdülmecit’in ikinci oğlu olan II. Abdülhamit, 21 Eylül 1842’de doğdu. Babasının hükümdarlığı döneminde dünyaya geldiği için, eğitimine özel önem verildi. Sarayda Farsça, Arapça ve Fransızca eğitimi de alan II. Abdülhamit, tarihe olan merakından dolayı, Osmanlı tarihi de öğrendi. Doğumundan sonraki ilk yıllar, Osmanlı Devleti’nin bir yandan yenileşme çalışmalarını sürdürdüğü, diğer yandan Avrupa devletlerine karşı topraklarını koruma mücadelesi verdiği yıllar olduğu için, babasından yakın ilgi göremedi. Saray görevlileri de tahta çıkma ihtimalini düşük gördükleri için kendisine fazla yakınlık göstermemişlerdi. Duygularını gizleyen, düşüncelerini açığa vurmayan bir yapıya sahip olması nedeniyle saray görevlileri tarafından fazla sevilmeyen II. Abdülhamit’e en fazla yakınlığı Pertevniyal Kadın’ın yardımı ile Sultan Abdülaziz göstermiştir. Abdülhamit’in politik kabiliyetini fark eden Abdülaziz, onu Mısır ve Avrupa seyahatlerine de götürdü. Şehzadelik günlerinin çoğunda Maslak Çiftliği’nde toprak işleriyle meşgul oldu. Burada koyun besledi, üstübeç madenleri işletti, borsa faaliyetlerine katılarak para kazandı. Tahta çıktığı zaman servetinin 100.000 altını aştığı söylenir. II. Abdülhamit’in tahta çıkış yolunu Mithat Paşa açtı. Akıl sağlığının bozuk olduğuna dair V. Murat hakkında rapor alınıp tahttan indirilmesinden sonra, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. Ancak onun tahta çıktığı yıllar Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı yılları oldu. Abdülaziz döneminde başlayan Bosna-Hersek, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ savaşları devam ederken Ruslar da bu savaşları fırsata çevirmeye çalışıyordu. Devlet büyük bir borç batağında olduğu için ordu finanse edilemiyordu. Rus Elçisi General İgnatiyef’in tavsiyesi ile Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın 1875 yılında devletin dış borç taksiti ve faiz olarak ödediği yıllık 14 milyon liranın yarısının 5 yıl için kesileceği, buna karşılık yüzde beş faizli “esham” verileceğini ilan etmesi, Avrupa’da büyük tepkilere yol açmış ve bu yüzden yeni bir yardım alınması imkânsızlaşmıştı. Avrupa kamuoyu Osmanlı Devleti aleyhine dönmüş durumda idi. Bu nedenle Abdülhamit’i son derece zor bir görev bekliyordu.
Önce Devlete Güveni Sağladı
II. Abdülhamit, tahta çıktıktan sonra devletin sivil ve asker kanadıyla ayrı ayrı yemekler düzenleyerek hepsinin güvenini kazanmaya çalıştı. Halkın güvenini kazanmak için de Balkan cephesinden gelen ve Haydarpaşa Hastanesinde tedavi gören yaralıları ziyaret etti. Daha önceki padişahlardan farklı olarak sadrazam ve diğer nazırlarla birlikte camileri dolaşarak halk içinde namaz kıldı. Bu durum hem halkta hem de orduda moralleri yükseltti. Sırplarla yapılan savaşlarda Türk ordusu önemli başarılar elde etti. Fakat Rusya’nın derhâl savaşa son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı. İngiltere “Şark meselesi”nin İstanbul’da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi.
İlk Anayasa Kabul Edildi, Avrupa ile İlişkiler Gerildi
Babıali ile II. Abdülhamit arasındaki ilk anlaşmazlık saray kâtiplerinin tayini konusunda çıktı. Bu arada Sırplarla barış yapılmasını istemeyen bir grubun II. Abdülhamit’i tahtından indirmek için hazırlık yaptığı ortaya çıkartıldı. Olayla ilgili 400 kişi hapse atıldı. Bu esnada, meşrutiyeti ilan etme şartıyla hükümdarlığa getirilmesi nedeniyle, yeni anayasa hazırlık çalışmaları başladı. Bunun için Müslüman ve gayrimüslimlerden bir komisyon kuruldu. Bu sırada Rüştü Paşa’nın sadrazamlıktan istifa etmesi üzerine, yerine 19 Aralık 1876’da Mithat Paşa getirildi. Mithat Paşa’nın sadrazamlık görevini üstlenmesinden dört gün sonra Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi ilan edildi. Aslında anayasa biraz da alelacele kabul edilip meşruti yönetime geçildiği bütün dünyaya ilan edildi. Bunun nedeni Batılı devletlerin baskısıyla toplanan İstanbul Konferansı’nda bu devletlerin Osmanlı Devleti’nden aşırı istekte bulunmasını önlemekti. Ama Batılı devletler, Kanun-i Esasi’nin ilanını fazla önemsemediler. Bu nedenle daha önce Rus elçiliğinde hazırlanan teklifleri Babıali’ye sundular. Ağır hükümler içeren teklifler, 18 Ocak 1877 günü toplanan ve askerî, mülki ve adli üyelerle hükûmetin ve gayrimüslim dinî önderlerin katılımıyla oluşan 180 kişilik Meclis-i Umumi’de görüşülerek oy birliğiyle reddedildi. Batılı ülkeler ile ilişkiler gerilince İstanbul’daki yabancı ülke elçileri, yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak İstanbul’dan ayrıldı. Bunun üzerine Mithat Paşa İngiltere’ye, anayasanın uygulanmasının garanti altına alınması şartıyla Batılı devletlerle anlaşabileceğini bildirdi. İngiltere Londra’da bir konferans toplanması için tekrar faaliyete başladı. Mithat Paşa gerek bu hareketi gerekse hakkında çıkarılan Osmanlı Hanedanı’nı kaldırarak kendi ailesini tahta çıkarmak veya cumhuriyet kurmak gibi söylentiler yüzünden, görevinden azledilerek 5 Şubat 1877’de Taif’e sürgün edildi.
İlk Seçim Yapıldı
Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan azledip sürgüne gönderen II. Abdülhamit, Türk tarihinin ilk anayasası kabul edilen Kanun-i Esasi’ye uygun şekilde Osmanlı Devleti’nin ilk seçimini yaptırdı. Kanun-i Esasi’nin kabulünden üç ay sonra 19 Mart 1877’de seçimler yapıldı ve halk temsilcilerinden oluşan meclisin açılışını da II. Abdülhamit yaptı. İlk Türk meclisinde 141 üye vardı. Üyelerin 115’i doğrudan halk tarafından seçilen milletvekilleri, 26’sı da âyan denilen nüfuzlu kişilerdi. Milletvekillerinin 69’u Müslüman, 46’sı da gayrimüslim idi.
93 Harbi, Büyük Felaket Oldu
Ruslar, Balkanlar’ı Osmanlı Devleti’nden koparmak niyetindeydi. Sırbistan, Karadağ, Romanya ve Bulgaristan’daki ayaklanmaları bağımsızlıkların tanınmasıyla sonuçlandırmak istiyordu. İstanbul’da düzenlenen konferansta bu isteğini kabul ettiremeyen Ruslar, İngiltere’nin teşebbüsüyle toplanan Londra Konferansı’na da aynı isteklerle katıldı. 31 Mart 1877’de Londra Protokolü imzalandı. Ağır hükümler taşıyan protokol, Osmanlı tarafından 3 Nisan 1877’de görüşülerek reddedildi. Rusların amaçlarına ulaşmak için savaşmaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Zaten istedikleri de buydu. Bu nedenle 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilan ettiler. Rumi 1293’te ilan edilen ve Türk tarihine “93 Harbi” olarak geçen savaşın yıkıcı sonuçları oldu. Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarları da yanına alan Rus orduları, Kafkaslar ve Balkanlar’dan saldırıya geçti. Plevne’de Gazi Osman Paşa, Kafkaslar’da Gazi Ahmet Muhtar Paşa gibi üstün savaşçı özellikleriyle öne çıkan komutanlara rağmen, Türk orduları bütün cephelerde büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Savaş nedeniyle hem Balkanlar’dan hem de Kafkaslar’dan Anadolu’ya büyük bir nüfus akını oldu. Yüz binlerce Türk ve Müslüman, yerlerini yurtlarını terk ederek Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı.
Sadece Tartışan, Karar Alamayan Meclisi Kapattı
Türk tarihinin ilk parlamentosu, âdeta azınlıkların gösteri merkezine dönüştü. Azınlıklar, anayasanın sağladığı kişisel özgürlüğü, gayrimüslim unsurlara ulusal özgürlük, özerklik ve hatta bağımsızlık hakkı olarak yorumladılar. Ermeniler ve Rumlar, kendi dillerinin de Türkçe gibi resmî dil olarak kabul edilmesini istediler. Milletvekilleri sadece etnik mensubiyet hissi ile hareket ediyordu. Bunlar Meclis içinde ve hükûmet nezdinde âdeta üstünlük kurmaya çalışıyorlardı. Anayasa gereğince seçilen ikinci meclis Ocak 1878’de toplandı. Rusların İstanbul’a doğru ilerlediği bir sırada, Meclis başlı başına soruna dönüştü. Meclis, yenilgide sorumluluğu olan komutanlardan hesap sorulmasının yanı sıra başkomutanların da yargılanmalarını istiyordu. 22 Ocak 1878’de buna dair bir teklif kabul edildi. Padişah, Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa’yı meclise göndererek tamamen anayasanın uygulanmasından yana olduğunu, sadaret makamını kaldırarak kendi imtiyazlarından birini daha feda ettiğini, vekillerin her istendiğinde Meclise hesap vereceklerini ancak şu buhranlı günlerde yerlerine bir vekil gönderilmesi hâlinde mazur görülmelerini istedi. Padişahın bu sözlerine rağmen Mecliste yine şiddetli tartışmalar oldu. Padişah, Rus ilerlemesi karşısında Meclisten karar alınmasını istediği hâlde, bu konuda meclis ciddi bir karar alamıyordu. Bu sırada 31 Ocak 1878’de Edirne’de Ruslarla bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ahmet Hamdi Paşa, Meclisin istediği adımları atmaya teşebbüs edince görevinden azledildi. Yerine 4 Şubat 1878’de Ahmet Vefik Paşa başvekil (başbakan) olarak atandı. Başvekilin görevi meclisin çıkardığı kanunları padişaha arz etmek ve bakanlar kurulunun çalışmalarını düzenlemekle sınırlandı.
Parlamento Süresiz Olarak Tatil Edildi
II. Abdülhamit, Ruslarla yapılacak barış anlaşmasının şartlarını görüşmek üzere, parlamentodan beş üye ile sarayda özel bir toplantı yaptı. Ancak bu toplantıda yapılan tartışmalar, henüz bir yılını doldurmamış olan parlamentonun da sonunu getirdi. Zira yapılan toplantıya katılan milletvekillerinden Astarcılar Kethüdası Ahmet Efendi, alışılmadık bir şekilde II. Abdülhamit’i suçlamış ve o da kendini savunmak zorunda kalmıştı. Kendisine yöneltilen ağır suçlamalar üzerine, parlamenter sistemin karar almayı güçleştirdiğini ve hükümdarlığının sorgulanır hâle geldiğini düşünen II. Abdülhamit, “Ben artık Sultan Mahmut’un izinden gitmeye mecbur olacağım.” diyerek toplantıdaki son sözünü söyleyerek bitirdi. Ardından da anayasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil etti. 10 ay 25 gün süren ilk meclis denemesinden sonra meşruti devlet şekli, görünürde devam ettirildi. Ancak bütün yetkileri II. Abdülhamit kendisi kullandı. Ardından da 3 Mart 1878’de, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı bitiren Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
Kıbrıs’ın Yönetimi İngilizlere Bırakıldı
Rus Çarı I. Nikola, 19. yüzyılın ortasında Osmanlı İmparatorluğu için “Hasta Adam” tespitinde bulunmuştu. Rusların bütün hedefi, “Hasta Adam”ı hızla parçalamak ve parçalardan en büyük payı almaktı. Bu konuda İngilizlerle paralel hareket ediyorlardı. Bundan dolayı, İngiltere, Ayastefanos Antlaşması’nı, Paris Antlaşması’nı ihlal ettiği iddiasıyla milletlerarası bir konferansta gözden geçirmeyi önerdi. Avusturya ve Almanya da Berlin Konferansı için hazırlık yapmaya başladılar. Bu sırada İngiltere, Ruslara karşı destek vereceği vaadi ile Babıali’den yeni tavizler kopardı. Yapılan görüşmeler sonunda, 4 Haziran 1878’de imzalanan anlaşma ile Kıbrıs’ın yönetimi geçici olarak İngiltere’ye bırakıldı. Osmanlı diplomasisi İngiltere’nin Berlin Konferansı’nda vadettiği destek uğruna Kıbrıs’ı elden çıkarmak zorunda kaldı. Esasında Berlin Konferansı, Osmanlı Devleti’ni paylaşım konferansı oldu. Konferansta İngiltere verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı. 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Balkanlar’dan büyük ölçüde tasfiye edildi. Bosna-Hersek ayrıcalıklı vilayet statüsünü elde ederken, Bulgaristan’ın prenslik statüsü kabul edildi. Niş sancağı Sırbistan’a, Teselya Sancağı Yunanistan’a, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya’ya, Dobruca sancağı Romanya’ya, birkaç kaza da Karadağ’a bırakıldı. Günümüzde Bulgaristan sınırlarında kalan ve Burgaz, Hasköy, Kırcaali, Tatar Pazarcığı, Filibe, İslimye, Yanbolu ve Eski Zağra vilayetlerini içine alan Doğu Rumeli’ye de özerklik statüsü verildi. Toprak ve nüfus kaybının yanında Rusya’ya da savaş tazminatı ödenmesi kabul edildi.
Herkes Osmanlı’dan Bir Parça Kaptı
Osmanlı Devleti, kurtlar sofrasına konulmuş bir pay hâline gelmişti. Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılması âdeta yol olmuştu. Avusturya da İngiltere’nin teşvikiyle kendi doğal hinterlandı olduğunu iddia ettiği Bosna-Hersek’in yönetimini üstlendi. Fransa, 1881’de Tunus’a, 1882 yılında da İngiltere, Mısır’a el koydu. Bulgarlar da 1888’de Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler. II. Abdülhamit, tahta çıkışından itibaren iki yıl içinde gelişen bu olaylardan kendini sorumlu tutmadı. Devletin belli bir dış politikası yoktu ve Avrupa’da oluşan yeni dengeler yakından takip edilmemişti. Bu nedenle suçlu olarak Babıali’yi gösterdi.
Devlet Yönetimini Tekeline Aldı
Yaşadığı olaylar, II. Abdülhamit’in şüpheciliğini daha da arttırdı. Kendinden önce amcası Abdülaziz ve kardeşi V. Murat tahttan indirildiği için, kendisinin de tahttan indirileceği kuşkusu taşıyordu. Ayrıca yaşanan savaşlar ve yapılan anlaşmalarda son derece yetersiz bulduğu için Babıali’ye duyduğu güven de azalmıştı. Bu nedenle, Plevne Gazisi Gazi Osman Paşa, Mecelle’nin müellifi Cevdet Paşa gibi devlet adamlarının destek ve teşvikiyle, devletin yönetimini Yıldız Sarayı’nın uhdesinde topladı. II. Abdülhamit’i, Yıldız Sarayı’nda güçlü kılan en önemli şey kurduğu istihbarat teşkilatı oldu. Olaylara meydana gelmeden müdahale etme yöntemini benimsediği için, istihbarat teşkilatına özel önem verdi. Büyük güçlere karşı, askerî kuvvetle direnmek mümkün görünmüyordu. Bu durumda, diplomasiyi devreye soktu. Diplomasinin en önemli silahı istihbarattı. İstihbarat aygıtına başvurmasının bir önemli nedeni de Avrupalı devletlerin, içerideki azınlıkları kullanarak siyasi çalkantılara neden olmalarıydı. Dağılmakta olan imparatorluğu, çeşitli çıkar gruplarını ve siyasi çalışmalarını kontrol etmeden yönetmek mümkün değildi. Bu nedenle basın faaliyetlerini de sıkı denetim altına aldı. Devleti, içinde bulunduğu mali krizden çıkarmak için, orduyu savaşa sokmamaya büyük titizlik gösterdi. Sarayın masraflarını büyük ölçüde kısarak sade bir hayat yaşamaya çalıştı.
Düyun-u Umumiye Kuruldu
1854-1874 arasında alınan dış borçların vadesi dolan yıllık anapara ve faiz ödemeleri devletin normal gelirlerinin yarısını geçiyordu. Öncelikle dış baskı aracı olarak kullanılan ağır borç yükünden kurtulmak gerekiyordu. Bu nedenle, 20 Aralık 1881’de Avrupalı alacaklılarla imzalanan anlaşma ile dış borçlar yeniden yapılandırıldı. Dış borçların tahsilatında takip edilecek yöntemleri belirleyen anlaşmaya Muharrem Kararnamesi adı verildi. Anlaşma doğrultusunda alacaklı ülkelere Düyun-u Umumiye’yi kurma imtiyazı tanındı. Osmanlı Devleti, imzaladığı bu anlaşma ile Batılı devletler nezdinde itibarını oldukça düzeltti. Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin büyük bölümü borçlara gittiği için, borçların yapılandırılmasıyla yeni borçlanma imkânı elde edildi. Anlaşma doğrultusunda ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları İngiliz, Fransız, Alman şirket ve bankalarına bırakıldı. Yabancı bir kuruluş olan Osmanlı Bankası’na (Bank-i Osmanlı Şahane) geniş yetkiler tanınarak devlet maliyesinin yabancı uzmanlarca denetlenmesine imkân verildi.
Vergi Gelirleri Azalınca İmtiyaz Usulü Getirildi
Osmanlı Devleti’nde hazine gelirlerinin önemli bir kısmını tarımsal üretimden alınan vergiler oluşturuyordu. Savaşlar nedeniyle kaybedilen topraklar ve kapitülasyonlar nedeniyle üretimin düşmesi, tarımsal vergi gelirlerinin de düşmesine neden oldu. Tarımsal üretim vergilerinin düşmemesi için çözüm olarak “imtiyaz usulü”ne gidildi. Bu usul, aynı zamanda Osmanlı Devleti topraklarının ekonomik nüfuz alanlarına ayrılmasına yol açtı. Zira alacaklı ülke ve şirketler, imtiyazlarını belli bölgelerde toplamaya çalıştılar. Bu durum Osmanlı topraklarının yabancı devletler ve şirketler arasında nüfuz alanlarına ayrılmasına sebep oldu. Demir yolu imtiyazlarını Almanya elde etti. II. Abdülhamit, Almanya’dan aldığı mali destek ile 1888’de Haydarpaşa-İzmit demir yolu hattını Ankara’ya kadar uzatmaya teşebbüs etti. 1902’de Ankara’yı Bağdat’a bağlayacak hattın yapımını da Almanlara verdi.
Sarayda Bilgi Merkezi Kurdu
II. Abdülhamit, dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmek için, sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Türkiye ile ilgili, dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden gönderilen raporlar bu merkezde toplanıp değerlendirildi. Gerek duyulduğunda yabancı diplomat ve bilim adamlarının da bilgisine başvuruldu. Elde edilen istihbarat ve bilginin temel amacı, devleti ayakta tutabilmekti. Ancak “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nde böyle bir siyaseti uygulamak o kadar da kolay değildi. Bu nedenle, II. Abdülhamit’in dış politikada başvurduğu ikinci yöntem, Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbiriyle çelişen çıkar ve ihtiraslarından yararlanmak oldu. Şartlar değiştikçe kullandığı araçları değiştirdi. Bu durum dinamik bir dış politika uygulamasına yol açtı. Hiçbir devletle devamlı anlaşmaya girmedi. Osmanlı Devleti’ni ayakta tutabilmek için her fırsatta büyük güçleri birbirine düşürmeyi dış politikasının merkezine yerleştiren II. Abdülhamit, İngiltere’ye karşı Rusya ile dostluk kurmaya yöneldi. Mısır’da İngiltere’nin karşısına, aynı bölge ile ilgilenen Fransa’yı çıkardı. Takip ettiği denge siyaseti ile dönemin süper gücü İngiltere’nin etkisini kırmaya çalıştı. Kuzey Afrika’da da Fransa ile İtalya’yı karşı karşıya getirdi. Berlin Antlaşması’nın ortaya çıkardığı Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmelerini önlemek için, aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlandı.
Hilafet Tartışmaları Bu Dönemde Gündeme Geldi
Avrupa devletleri, bir yandan Balkanlar’ı özgürleştirmeye çalışırken diğer yandan Afrika ve Orta Doğu’da kendilerine yeni sömürgeler aramaya başladılar. Müslüman Araplar ve Berberilerin yaşadığı bu coğrafyalarda Osmanlı Devleti’nin elindeki en güçlü siyasi silah, o güne kadar hiç bahsi geçmeyen halifelik konusu idi. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu zayıflatmak için halifelik silahını çekti. Bu nedenle Müslümanların devlet başkanı olacak kişinin Kureyş soyundan gelmesinin şart olup olmadığı tartışmalarını başlattılar. Osmanlı padişahının Kureyş soyundan gelmemesi sebebiyle meşru halife olamayacağını ileri sürdüler. Böylece Cumhuriyet tarihinde de hep gündemde kalacak halifelik tartışmaları başlamış oldu. II. Abdülhamit, İngilizlerin propaganda gücünü kırmak için öncelikle medreselerde okutulan dinî kitaplardaki halifelik konusunda düzenleme yaptırdı. Şeyhi Ebul-Hüda’nın, Arapları Türklere karşı isyan ettiren konunun imamet meselesi olduğunu hatırlatması üzerine, eskiden beri Osmanlı medreselerinde okutulan kitaplardan imamet bahsi çıkartıldı. Ayrıca Müslüman âlimler, halifelik konusunu yeniden ele alıp, halifeliğin belli bir ırka ait olmadığını söylediler.
İngilizlere Karşı, Panislamizm Politikası Takip Etti
İngilizlerin “halifelik Arapların hakkı” propagandasına karşı, II. Abdülhamit, Panislamizm siyasetine sarıldı. Müslümanlar arasında birliği sağlamak amacıyla dinî propagandaya girişti. Bu konuda tarikat şeyhlerinden ve nüfuzlu kabile reislerinden de faydalandı. En önemli ve tecrübeli yöneticileri, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, Müslümanların çoğunlukta olduğu vilayetlere gönderdi. Halifelik makamından faydalanarak Panislamist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Böylece halife unvanını en çok kullanan padişah, II. Abdülhamit oldu. Bu sıfatın verdiği güçle Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslamiyetin oralarda da yayılması için çalıştı. Pekin’de onun adına bir İslam üniversitesi açıldı. İngilizlerin propagandalarına karşı, Araplar arasında ortak düşmanın Batı olduğu tezini işledi. II. Abdülhamit’in karşı propagandası Araplar arasında Batı düşmanlığına dönüşünce Batılı büyük devletler, Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim tebaaya eşit muamele yapmadığı iddiasıyla baskı yapmaya başladılar. 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesine göre, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılacaktı. II. Abdülhamit, bunun Ermeni özerkliğini doğuracağını ileri sürerek talepleri oyaladı. Doğu vilayetlerinde nüfus çoğunluğunun Müslümanlarda olduğunu, Ermeniler için özel ıslahat yapılamayacağını ileri sürdü. Ermeni komitacılarının, hayatına kasteden saldırılarına aldırmadı.
Filistin’e Sahip Çıktı
II. Abdülhamit döneminde Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması gündeme geldi. Yahudilerden oluşan bir komite Yıldız Sarayı’na gelerek, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmasına izin vermesini istediler. Bu konuda Osmanlı Devleti’ni ikna etmek için dış borçların silineceği taahhüdünde bulundular. Padişah bu para tekliflerini kabul etmediği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine engel olacak bazı tedbirler de aldı.
1890’lardan İtibaren Tarafsızlık Siyasetinden Ayrıldı
Devletin dış borçları, dengeye dayalı dış siyasetin uzun soluklu sürdürülmesine izin vermedi. 1890’lardan itibaren tarafsız dış politikadan ayrılmak ihtiyacını duydu. Yaptırdığı uzun araştırmalardan sonra Almanya ile iktisadi iş birliğine razı oldu. Zira Almanya o tarihe kadar hiçbir İslam toprağını işgal etmemişti. Ermeni sorununda da Türkiye’nin yanındaydı. Aynı zamanda Alman İmparatoru II. Vilhelm de Müslümanların dostu olduğunu açıkça ilan etmişti. Bu iş birliği Almanya’nın da işine geldi. Çünkü Almanya böylece Orta Doğu’ya uzanma imkânı yakaladı. Bu iş birliğinden iki tarafın da çıkarı vardı. Bu amaçla, başta demir yolu olmak üzere Alman yatırımcılarına geniş imtiyazlar verildi.
Eğitim Yatırımlarına Ağırlık Verildi
Büyük güçler arasında denge siyaseti ile ülkenin uzun süre ayakta kalması mümkün değildi. Balkanlar’ı büyük ölçüde Osmanlı’dan kopartan büyük güçlerin yeni hedefi Afrika ve Orta Doğu idi. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin iktisaden güçlü olması gerekiyordu. Ancak dış borçları ödemek için kurulan Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) yönetimi devletin bütün parasal ve ekonomik hayatını yönetiyordu. Bu nedenle yeni kaynak bulmakta zorluk çekiliyordu. Buna rağmen, eğitim, imar ve tarım alanında olumlu gelişmeler görüldü. Özellikle eğitim alanında, kendi gelirleriyle ayakta duramayan medreselerin yeni usullerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine hız verildi. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise Mektebi, Hendese-i Mülkiye, Darü’l-Muallimîn-i Aliyye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alîsi, deniz ticareti, orman ve maadin, lisan, dilsiz ve âmâ mektepleriyle Darülmuallimat ve kız sanayi mektepleri, fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan günümüzde İstanbul Üniversitesi adını alan Darülfünun açıldı. Bu yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime önem verildi. Batı tarzında eğitim yapan ilk ve orta eğitim sistemi bu dönemde kuruldu. Bütün iller ve kazaların çoğunda ortaokula denk olan rüştiyeler kurdurdu. Sadece İstanbul’da günümüzde lise dengi olan 6 idadi okulu açtırdı. İptidai denilen ilkokulları, köylere kadar götürdü. Rüştiyelerden itibaren yabancı dil öğretimi zorunlu tutuldu. Birçok vilayette darülmuallimin denilen öğretmen okulları ve hukuk okulları açtırdı. Ülkede eğitim seviyesini yükseltmeyi hedefleyen II. Abdülhamit, Müze-i Hümayun (Eski Eserler Müzesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür kuruluşlarını da kurdu. İmparatorluk içindeki vakıf kütüphanelerinin kitap mevcudunu tespit eden ilk kataloglar da bu dönemde yapıldı.
Osmanlı Coğrafyasını Fotoğraflattı
Katı bir sansür politikası izlenmesine rağmen, bu dönemde kitap, dergi ve gazete sayısında büyük artışlar oldu. II. Abdülhamit döneminde yapılan en önemli çalışma ise başta İstanbul olmak üzere imparatorluk topraklarının köy köy, kasaba kasaba fotoğraflanmasıydı. Böylece bu fotoğraflardan oluşan çok değerli albümler koleksiyonu hazırlandı. Bu albümler bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Sağlık alanında da önemli adımlar atıldı. Tıbbiye’de öğretim dili Fransızcadan Türkçeye çevrildi. Haydarpaşa Tıbbiyesi ve kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesi ile bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Darülaceze onun sağlık ve sosyal yardım alanlarında attığı önemli adımlardır. Günümüzde ticaret hayatının en önemli kuruluşlarından kabul edilen ticaret, ziraat ve sanayi odaları da 19’uncu yüzyılın sonunda açıldı. Ayrıca ilk defa “tahrir-i nüfus” teşkilatı kurularak ülkede insan gücü ve mal varlığının istatistiki bir şekilde her yıl düzenli olarak tespitine çalışıldı. Başlatılan demir yolu yatırımları büyük ölçüde tamamlanarak Anadolu ve Rumeli’de trenle ulaşım kolaylaştırıldı. Anadolu’da geniş bir şose şebekesi meydana getirildi. Çeşitli şehirlerde atlı ve elektrikli tramvaylar, düzenli rıhtımlar yapıldı. Hicaz ve Basra’ya kadar telgraf hatları çekildi.
Ziraat Bankası Kuruldu
Abdülaziz döneminde “memleket ve menafi sandıkları” adıyla bazı kredi teşkilatları kurulmuştu. Bunlar 1883’te Menafi Sandıkları, 15 Ağustos 1888’de de Ziraat Bankası adını aldı. Abdülhamit döneminde bu bankanın çeşitli yerlerde şubeleri açılarak çiftçiler desteklendi. Fes üretilen Feshane ve halı üretilen Hereke fabrikaları genişletildi, Yıldız Çini Fabrikası açıldı. Askerî ıslahat için Almanya’dan uzmanlar getirtilirken Almanya’ya eğitim için Türk subayları gönderildi. Türk ordusu yeni silahlarla donatılırken hukuk alanında da önemli adımlar atıldı. Ceza usulü ve ticaret usulü kanunları çıkarıldı. İlk defa mahkemelerde müddelumumilik denilen savcılık kurumu kuruldu. Polis teşkilatı da Batı’daki örnekleri gibi yeniden düzenlendi. Memurlar için Tekaüt Sandığı denilen Emekli Sandığı kuruldu.
Söğüt’ü İmar Ettirdi
II. Abdülhamit, devletin Batı’dan gördüğü tacizler karşısında devletin kurucusu olan Türkler ile yakından ilgilenmeye başladı. Türk unsurunun kuvvetlenmesi için çalışılması gerektiğini düşünüyordu. Anadolu’nun Türk’ün son sığınağı olduğunu söylüyor ve Almanların burada koloni kurmak istemelerine karşı çıkıyordu. Bundan dolayı, halifelik siyasetiyle Araplar ile din bağını güçlendirmeye çalışırken Türklere karşı da kimlik siyaseti takip etti. Bu nedenle hükümdarlığının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmî vazife ile Orta Asya’ya gönderdi. Peşte’de toplanan Turan Kongresi’nde de padişahı yine Şeyh Süleyman Efendi temsil etti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçenin yeniden öğretim dili olmasını sağladı. Öte yandan Söğüt’ü imar etti; buradaki Osmanlı Devleti’nin kurucuları Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdi. Bölgede yaşayan ve kendisinin “öz hemşehrilerim” dediği Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğütlü Maiyet Bölüğü kurdu.
II. Meşrutiyet İlan Edildi
II. Abdülhamit, yenileşme çalışmalarına hız vererek devam etse de devleti ayakta tutmak o kadar kolay değildi. Devlet büyük bir ekonomik sıkıntı içindeydi. Dolayısıyla ne halk ne çalışanlar vaziyetten hoşnuttu. Dönemin pek çok aydını, bu durumdan çıkış için meşrutiyet sistemine geçilmesini savunuyordu. Özgürlük ve kardeşlik fikri etrafında bir muhalefet harekete başladı. Devrin aydınları imparatorluğun kurtuluşu için tek çıkar yolun meşrutiyet olduğuna inanıyorlardı. Muhalefetin başını da İttihat ve Terakki Cemiyeti çekiyordu. Oluşan muhalefet hareketi, Makedonya dağlarında silahlı direnişe geçince II. Abdülhamit, ilan edildikten 10 ay sonra askıya aldığı 1876 Anayasası’nı, 24 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olaydan sonra Osmanlı’nın iç dinamikleri birden harekete geçti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Meclisi’ne üye gönderilmesine engel olmak için 8 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i işgal etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını duyurdu. Bir gün sonra da Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı. II. Meşrutiyetin ilk seçimleri Türklerle Türk olmayanların mücadelesi şeklinde geçti. Türkleri, orduya dayanan, devlet ve hükûmete hâkim olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ademimerkeziyetçi (yerinden yönetim) Ahrar Fırkası (Hürriyetler Partisi) temsil etti. Türk olmayan unsurlar içinde, en şiddetli mücadeleyi, Yunanistan’ın telkinleri ve Fener Rum Patrikhanesi’nin talimatı ile hareket eden Rumlar yaptı.
31 Mart Vakası ile Devrildi
Seçimler sonrasında parlamentoyu, 17 Aralık 1908 tarihinde II. Abdülhamit kendisi açtı. Parlamentodaki Türk milletvekili sayısı, Türk olmayan milletvekillerinden azdı. Nitekim daha Meclisin açıldığı ilk günden itibaren milletvekilleri Hristiyanlar ve Müslümanlar olarak ayrıldı. Müslüman milletvekillerinden Arap ve Arnavutlar da Türklerden ayrıldı. Böylece Meclis-i Mebusan, Osmanlı içindeki etnik unsurların Türklüğe karşı mücadele sahnesine dönüştü. Bu durum İttihatçıların, “İttihad-ı Anasır” dedikleri, Osmanlıcılık fikri etrafında bütün unsurları bir araya getirme hayallerini suya düşürdü. İttihatçılar, zorunlu olarak devlet yönetiminde Türk unsura yaslanmak zorunda kaldı. İttihat Terakki Cemiyeti iktidara gelince yaptığı ilk iş, orduda revizyona gitmek oldu. Subay okulundan yetişmedikleri için alaylı denilen subaylar, ordudan çıkartıldı. Bu durum orduda büyük huzursuzluğa neden oldu. Ayrıca medrese öğrencilerinin de askere alınmasına karar verildi. Doğal olarak bu durum da huzursuzluk sebebi oldu. Medrese öğrencilerinin askere alınması kararı, dinî eğitime karşı bir darbe olarak değerlendirildi. Ordudan çıkartılan subaylar da İttihat Terakki Cemiyetini “kâfir” ilan ederek İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti etrafında örgütlendiler. Kıbrıslı Hafız Derviş Vahdeti tarafından kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti, “Volkan” adlı gazetesi ile kışkırtıcı yayınlar yapmaya başladı. Mizancı Murat da “Mizan” gazetesi ile İttihatçılara karşı ağır eleştiriler getirdi. “Volkan” ve “Mizan” gazetelerinin ağır tahrikleri kısa sürede sonuç verdi ve İstanbul’da büyük bir ayaklanma oldu. Rumi takvime göre 31 Mart’ta meydana gelmesi nedeniyle tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bu ayaklanma, miladi takvimle 13 Nisan 1909’da başladı. Bir gün sonra da Ermeniler, Adana’da büyük bir ayaklanma çıkartarak pek çok Türk’ü katletti. İstanbul’daki olaylar 11 gün sürdü. Bu süreçte çok kan aktı. Ayaklanmayı, Selanik’ten gelen ve 23-24 Nisan 1909 gecesi İstanbul’a giren Hareket Ordusu bastırdı.
II. Abdülhamit Tahtından İndirildi
Hareket Ordusu Yeşilköy’e geldiği sırada, 22 Nisan 1909’da âyandan bazıları ile mebusların çoğunluğu âyan reisi eski sadrazam Sait Paşa’nın başkanlığında Meclis-i Umumi-i Millî adıyla gizli bir toplantı yaptı. Toplantıda Hareket Ordusu lehinde bir açıklama yayımlandı. Bu toplantıda II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar verilse de bu karar kendisinden gizli tutuldu. Toplantı yapıldığı sırada II. Abdülhamit, Sadrazam Tevfik Paşa’ya hükümdarlığı kardeşine bırakabileceğini söyledi. Bunun için parlamentoda bir komisyon kurularak 31 Mart Vakası’nın araştırılmasını ve bu ayaklanmada kendisinin etkisi olup olmadığının ortaya çıkartılmasını istedi. Sadrazam Tevfik Paşa, bu teklifi Âyan Reisi Sait Paşa’ya iletti. Sait Paşa, II. Abdülhamit’in ayaklanmada sorumluluğu olmadığının ortaya çıkmasından tereddüde düşerek teklifi kabul etmedi. II. Abdülhamit, tahttan indirilme tehdidi ile karşı karşıya olduğu bu esnada, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’na karşı, kendisine sadık Birinci Ordu ile karşı konulması teklifini kabul etmedi. Buna karşılık, Dersvekili Halis Efendi ile Topçu Feriği Hurşit Paşa’yı Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket Paşa’ya göndererek meşrutiyetin korunduğunu bildirdi. Birinci Ordu komutanına da Hareket Ordusu ile çatışmaması talimatı verdi. İki ordunun karşı karşıya gelmemesi, Hareket Ordusu’nun işini kolaylaştırdı ve İstanbul’da kısa sürede asayiş sağlandı. Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek divan-ı harp ve idam sehpaları kurdurarak, yakalanan isyancıları astırdı. II. Abdülhamit’e bağlı Birinci Ordu da dağıtıldı. Bu arada, Yeşilköy’de yaptıkları toplantıda II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi kararını alan Meclis-i Millî üyeleri, İstanbul’da güvenlik sağlandıktan sonra 26 Nisan 1909 tarihinde Ayasofya yakınındaki binasında tekrar toplandı. Meclis, 240 milletvekili, 34 âyan olmak üzere toplam 274 kişiden oluşmakta idi. Hal fetvasının ilk müsveddesini Elmalılı Hamdi Yazır yazdı. Fetvayı imzalamak üzere Meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi bu fetvayı okuduktan sonra imzalamaktan çekindi. Fetvada, Abdülhamit’e üç suç yöneltiliyordu; bunlar, 31 Mart Vakası’na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmekti. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi fetvayı imzalamak yerine, Abdülhamit’e saltanattan feragat etmesi teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını söyledi. Bunun üzerine fetvanın son kısmı değiştirilerek hal veya feragat şıklarından birinin tercihi Meclise bırakıldı. Hacı Nuri Efendi buna rağmen padişaha isnat edilen suçlamalardan dolayı fetvayı imzalamamakta diretti. Hatta istifa ettiğini dahi söyledi. Sonunda, Mustafa Asım Efendi, Hacı Nuri Efendi’yi ikna etti. Fetva, Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi tarafından imzalanarak hukukileşti. Âyan Meclisi Başkanı Sait Paşa, padişaha tahttan çekilme teklifinde bulunulması kararını oylamadan, ayağa kalkarak II. Abdülhamit’in hilafet ve saltanattan halli kararını oya sundu. Milletvekilleri ellerini kaldırarak hal kararına katıldıklarını belirttiler. Oylamaya itiraz eden milletvekilleri olsa da yapılan tartışmalardan sonra karar ittifakla alındı. II. Abdülhamit’in tahtından indirilmesi kararını tebliğ etmek üzere seçilen heyette, âyandan Ermeni Aram, Bahriye Feriği Laz Arif Hikmet, Selanik milletvekili Yahudi Emanuel Karasu ve Draç milletvekili Arnavut Esat Toptani yer aldı. 27 Nisan 1909 tarihinde tahtından indirilen II. Abdülhamit, hayatına Çırağan Sarayı’nda devam etmek istiyordu. Ancak Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, aynı gece onu Selanik’e gönderdi. Eşyasını dahi alamadan birkaç bavulla gece yarısı Yıldız Sarayı’ndan çıkarılan Abdülhamit, aile ve maiyet efradından oluşan 38 kişi ile Sirkeci’den özel bir trenle Selanik’e götürüldü. Binbaşı Fethi Bey, 40 Selanik jandarması ile yakın koruma görevine tayin edildi. Selanik’te Alatini Köşkü’ne yerleştirilen Abdülhamit, orada vaktini marangozluk ve demircilikle geçirdi.
Kiliselerin Anlaşmazlığını Uzun Yıllar Çözmedi
Bulgar Kilisesi ve Fener Rum Patrikhanesi arasında en önemli sorunlardan biri kilise mallarının aidiyeti konusuydu. II. Abdülhamit bu anlaşmazlıktan yararlanarak Balkan devletlerinin Osmanlı’ya karşı ittifak etmelerinin önünü kesmeye çalışıyordu. İttihat Terakki Cemiyeti, 3 Temmuz 1911’de çıkardığı bir kanun ile kiliseler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdı. Kanun ile kilise ve okulların hangi unsura ait olduğunun nüfus oranına göre tayin edileceği hükme bağlandı. Böylece aralarındaki anlaşmazlığı çözen Balkan devletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek I. Balkan Savaşı’nı başlattılar. Abdülhamit, kendisine gazete verilmediği için gelişmelerden habersizdi. Durumu kendisini almaya gelen heyetten öğrenen II. Abdülhamit, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükûmetin habersiz olmasına şaşırdı. Bulgar, Sırp, Yunan ve Karadağ devletlerinin ittifak kurarak Osmanlı Devleti’ne saldırdıklarını duyduğunda kiliseler sorununun çözülüp çözülmediğini sordu. Çözüme kavuşturulduğunu öğrendiğinde dört devletin ittifak etmelerini doğal karşıladı. Savaş sırasında Selanik’in tek kurşun atılmadan Yunanistan’a teslim edilmesi söz konusu olunca II. Abdülhamit’in Selanik’ten İstanbul’a nakledilmesi gerekti. Selanik’ten ayrılmak istemeyen II. Abdülhamit’e tehlikeden bahsedilince “Ben de bir silah alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehit olurum!” cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti. İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selanik’ten ayrılmayı kabul eden II. Abdülhamit, İstanbul’dan gönderilen Alman sefaretine ait Loreley savaş gemisiyle 27 Ekim 1912’de yeniden İstanbul’a nakledildi; Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi ve ömrünün son 6 yılını burada geçirdi. Onun Beylerbeyi Sarayı’nda ikamet ettiği yıllarda Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Savaş sırasında Osmanlı Devleti’ni yöneten Enver ve Talat paşalar, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek tecrübelerinden yararlanmak istediler. Ancak gönlü kırgın olduğu için, onlara verebileceği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği hiçbir tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldığını belirterek dünya denizlerine hâkim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmasının çok büyük bir sorumsuzluk olduğunu söyledi. II. Abdülhamit’in değeri Birinci Dünya Savaşı sırasında daha çok anlaşıldı. Hükümdarlığı döneminde aleyhinde yazılar kaleme alan pek çok aydın, hükümdarlıktan düştükten sonra lehinde yazmaya başladılar. II. Abdülhamit, 10 Şubat 1918 Pazar günü hayata gözlerini yumdu. Cenazesi, ertesi gün Divanyolu’ndaki II. Mahmut Türbesi’ne defnedildi.
Kaynak: Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar, Hasan Yılmaz, Elips Kitap, 1. Baskı Mayıs 2015, Ankara.