Tarık Buğra

Tarık Buğra

Süleyman Tarık Buğra, 2 Eylül 1918’de bir Anadolu kasabası olan Akşehir’de doğdu. Babası Ağır Ceza Reisi Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi de Mehmet Nazım Bey’in ikinci eşi olan Akşehirli Tahiroğulları’nın kızı Nazike Hanım’dır. Türk kültür ve edebiyatına ait kitapların bulunduğu evde yaşama başladı, kitaplara olan sevgisi babası sayesinde başladı. Bu sevgi ilkokul yıllarında katıldığı bir yarışmadan kazandığı kitaplarla pekişti. Annesi Nazike Hanım, geleneklere bağlı yaşamıyla oğluna örnek oldu, Yunus ve Mevlana sevgisi aşılayarak, zengin bir halk kültürüyle beslenmesinde ve klasik kültüre ait bir bakış açısı kazanmasında etkili oldu.

Yaşıtlarına göre farklı bir donanımla okula başladı, akranlarından üst düzeyde bilgilerle donatılmış bir biçimde ilkokulu bitirdi. Ortaokul yıllarında da bu üstünlüğü devam etti. Hareketli yapısı, parlak zekâsı ve öğretmenlerinin sorularına verdiği cevaplar sayesinde kısa zamanda hocalarının dikkatini çekmeyi başardı. Özellikle Türkçe öğretmeni Rıfkı Melûl Meriç, sanatı sevmesinde, edebî bir zevk kazanmasında ve şiir zevkine sahip olmasında etkili oldu. İlk ve ortaokulu Akşehir’de tamamlaydı, lise yaşamına 1933 yılında İstanbul Lisesinde yatılı olarak başladı. Lise yaşamında da kendini göstererek edebiyat alanındaki başarısında ona rehberlik edecek hocası Hakkı Süha Gezgin’in dikkatini çekti. Hakkı Süha, Buğra’ya özellikle Türkçe kavramını aşılamada, öneri ve uyarıları ile yazmaya yönlendirmede önemli bir isimdir. Buğra, 10. sınıfta iken İstanbul Lisesinin yatılı kısmının kapatılmasıyla Haydarpaşa Lisesine gitti, burada yaşadığı birtakım sıkıntılar neticesinde Konya Lisesine naklini aldırdı. 1936 yılında başarılı bir öğrenci olarak bu liseden mezun oldu.

Mezuniyet puanının yüksek olması sebebiyle İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine sınavsız olarak girdi. İstanbul’a geldiğinde lise hocası Rıfkı Melûl Meriç ile yeniden karşılaştı. Hocası onu Buğra’nın hayatında dönüm noktalarından biri olan “Küllük Kahvehanesi” ile tanıştırdı. Küllük ziyaretlerinde Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Nihat Tarlan, Fuat Köprülü, Nurullah Ataç vb. birçok bilim adamı ve yazarı tanıma fırsatını yakaladı. Küllük, Buğra’nın gözünde bir üniversite tamamlayıcısı hatta başlı başına bir üniversiteydi. Bu mekânlar  yazarlık isteğini iyice arttırdı. Yıl içinde Küllük, Darüttalim gibi kahvehanelerde yazarlık ararken derslerini ihmal etti ve imtihanlara girmedi. Sınıfta kaldığı için de üniversitenin yurdundan atıldı. Yaşamının zorlu bir sürecine girdi, ekonomik sıkıntı yaşadı, gecelerini park banklarında veya küllüğün sandalyelerinde uyuyarak geçirdi. Sonunda bir grup arkadaşı kaldıkları Fatih Medresesi’nde ona da yer buldular.

İkinci yıl da sınıfta kalınca Tıp Fakültesinden atıldı. Bunun üzerine Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdı. Üç yıldan fazla Hukuk Fakültesine devam etti, buradan da diploma alamadı ve ayrıldı. Ailesine karşı olan sorumluluklarını yerine getirmediği için utanç içindeydi.

Teyzesinin oğlu Mustafa Topbaş, Buğra’yı Küllük’te bulup içinde bulunduğu çaresizliği anladı, Buğra’yı tayin edildiği Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine gitmeye razı etti. Bu gidiş ve orada yaşadıkları Buğra’nın romanlarında kullanacağı pek çok malzemeyi oluşturdu. Pınarbaşı’nın soğuk ve karlı günlerinde ilçenin kütüphanesinden alarak okuduğu kitaplar, ileride yazacağı eserlere kaynaklık etti. Pınarbaşı, yazarın kendini bularak hayatına yön vermesini sağlayan önemli bir mekândır. Yazar, teyzesinin oğlunun yol göstermesi ile askerlik görevi için İskenderun hazırlık kıtasına gitti. Bu esnada radyoya gönderdiği “Arayan Bulur” piyesi ile ilk telif ücretini aldı.

Üç yıl süren askerlik görevini yaptıktan sonra Buğra, İstanbul’a döndü. İstanbul’da bir asker arkadaşının önerisiyle Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümüne kaydını yaptırdı. Yine bir başka asker arkadaşı sayesinde Şişli Terakki Lisesinde muallim muavinliğine başladı. Bu iş onu maddi yönden rahatlattı. Aynı zamanda Edebiyat Fakültesine de devam etti, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan gibi hocalarla yakın ilişkiler kurdu. Edebiyat Fakültesi, Türkoloji Bölümü öğrencileri Zeytin Dalı adlı bir dergi çıkardılar. Derginin yöneticisi Mehmet Kaplan bu dergi için Buğra’dan bir hikâye yazmasını istedi. Kaplan tarafından beğenilmeyen ama zorunluluk neticesinde dergide yayımlanan hikâye “Kekik Kokusu”ydu. M. Kaplan’ın bu hikâye hakkında Buğra’ya söylediği “Sen hikâye yazamazsın!” eleştirisi, yazarı üzdü ama aynı zamanda da daha iyi eserler verebilmesi için bir kamçı vazifesi gördü. Bu olay neticesinde, o akşam görev yaptığı lisede etüt saatlerinde oturdu ve “Oğlumuz” adlı hikâyesini yazdı. Bu hikâyeyi Cumhuriyet gazetesinin açmış olduğu “Yunus Nadi Hikâye Yarışması”na gönderdi. Eser büyük ödüle layık görülse de daha sonra ikincilik ödülü verildi.

Hikâye, 18 Şubat 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanarak Buğra’ya büyük bir şöhret getirdi. Bu şöhretin oluşmasındaki önemli isimlerden biri de Yusuf Ziya Ortaç’tır. Ortaç, Buğra’ya Çınaraltı dergisinde her hafta bir hikâye yazması için teklifte bulundu. 17 Mart 1948’de başlayan bu süreç, derginin kapanma sürecine kadar devam etti. Bu dergide Buğra’nın sadece hikâyeleri yayımlanmakla kalmadı, aynı zamanda ilk romanı olan Yalnızlar da tefrika edilmeye başlandı. Ardından dergi kapandığı için romanın tamamı yayımlanamadı.

1949 senesinde on üç hikâyeden oluşan ilk kitabı “Oğlumuz” ile kitapçılarda yerini aldı. Bu arada ilk evliliğini hikâyeci Lale Baysal ile yaptı. 23 Eylül 1950 tarihinde gerçekleşen bu evlilikten yazarın Ayşe adlı bir kızı dünyaya geldi. Buğra’nın bu evliliği 1968 yılının Mayıs ayında son buldu. Sanatçı ikinci evliliğini yine bir hikâyeci olan Hatice Bilen’le, 8 Eylül 1977 tarihinde gerçekleştirdi. 

Gazetecilik hayatına 1949’da Akşehir’de babası ile çıkardığı Nasreddin Hoca gazetesiyle başladı. Bu gazete, Konya ve çevresinde etkili oldu ve İstanbul’un büyük gazeteleri tarafından da ilgi gördü. Bir süre sonra gazetesini Orhan Drahor adlı şahıstan noter aracılığı ile aldığı protesto ile kaybetti. 28 Haziran 1922, Buğra’nın yaşamında hem gazetesini hem de babası Mehmet Nazım Bey’i kaybettiği bir tarih olarak yer aldı. Akşehir dönüşünde 1951 yılında Buğra, Milliyet’te çalışmaya başladı. Gazetede hem hikâye yazmakta hem de “Sanat Hareketleri” adlı köşesinde tiyatro ve edebiyata dair eleştiri yazıları yayımlanmaktaydı. Yıllar sonra “Düşman Kazanma Sanatı” adıyla kitaplaşacak bu yazılar 1979 yılında yayımlandı. 1

Ocak 1953-13 Mayıs 1954 tarihleri arasında Milliyet’te “Fıkra” köşesinde yazılar yazan Buğra; Siyah Kehribar, İnce Hesaplar ve Aşk Esirleri adlı romanlarını da bu gazetede tefrika etti. 1952 yılında Yarın Diye Bir Şey Yoktur isimli ikinci hikâye kitabı, 1954 yılında İki Uyku Arasında isimli üçüncü hikâye kitabı, 1955 yılında da Siyah Kehribar adıyla kitap olarak çıkan ilk romanıyla kitabevlerinde yerini aldı. İtalya’ya doktora yapmaya giden bir gencin gözünden ülkenin içinde bulunduğu diktatörlük rejiminin ve insan ilişkilerinin anlatıldığı bu roman, eleştirmenlerce menfi bir tutumla karşılaşınca yazın hayatına küstü. Bu süreçte yaşamını devam ettirebilmek için birkaç romanını (Abaza Paşanın Rüyası, Şehir Uyurken, Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lambası, Ölü Nokta) bazı gazetelerde tefrika etti.

Milliyet gazetesinde yazarlık hayatına devam ettirirken Cihat Baban’dan aldığı ısrarlı teklif neticesinde 1957 yılında Yenigün gazetesinin kuruculuğunu ve genel yayın müdürlüğünü kabul etti. Yaşadığı bir anlaşmazlık neticesinde buradan ayrıldı ve Vatan gazetesinde yazı işleri müdürü olarak göreve başladı. Burada da benzer sıkıntılarla karşılaşınca Abdi İpekçi’den gelen teklifle Milliyet’te spor sayfası sorumlusu olarak göreve başladı. Buğra, kendisine vadedilen bir sözün yerine getirilmemesi üzerine buradan da ayrıldı. 1959 yılında Hadiselere Tercüman gazetesinde Peyami Safa ile birlikte yazmaya başladı ve İskandinavya’ya gitti. İskandinavya dönüşünde bu gazeteden de ayrıldı. Yeni İstanbul gazetesinde neşriyat müdürü olarak göreve başladı. Türkiye Spor gazetesinin de neşriyat müdürlüğü görevini kabul etmesiyle 1961 yılında futbol millî takımıyla Norveç, Almanya ve Moskova’ya gitti. “Bir Köyden Bir Başşehire” ve “Gagaringrad Moskova Notları” adlı röportajları bu geziler neticesindeki izlenimlerini anlattı. Küçük Ağa romanını da tamamlayan Buğra, romanını bu tarihlerde Yeni İstanbul gazetesinde tefrika etti. Yeni İstanbul’un el değiştirmesi neticesinde buradan ayrıldı, bünyesinde Prof Dr. Mümtaz Turhan, Mehmet Kaplan, Erol Güngör, Recep Doksat, Mehmet Turgut ve Süleyman Demirel gibi önemli şahsiyetleri barındıran Yol adlı haftalık çıkan bir fikir, sanat ve siyaset gazetesinde yazı işleri müdürü olarak göreve başladı.

Aynı zamanda “Haftadan Haftaya Yol Notları” başlığı altında siyaset, ekonomi, edebiyat vb. konularda yazılar yazdı. Yeni İstanbul gazetesinden son kovuluşuyla hayatının en uzun süreli işsizliğini yaşadığını söyleyen Buğra, yaşadığı zor günlerde Abdi İpekçi’nin tefrika edeceğini söylemesi üzerine bir sanatçının dramının anlattığı İbiş’in Rüyası adlı romanını yazdı. Romanın tefrika edileceği gün Buğra, Tercüman gazetesinden teklif aldı ve 8 Haziran 1969’dan 13 Mayıs 1976’ya kadar her gün burada yazdı. Buğra, geçirdiği rahatsızlık neticesinde gazetedeki düzenli yazma eylemini bırakarak artık kafasındaki romanları hayata geçirmek için yazmaya başladı. Bu süreçte çeşitli gazete ve dergilerde yine haftalık, on beş günlük ve aylık olarak yazdığı yazıları da oldu. İbiş’in Rüyası (1970) romanının ardından Dönemeçte (1980) ve Yağmur Beklerken (1981) romanları yayımlandı.

Ülkeyi 12 Eylül dönemine hazırlayan olayların aktarıldığı romanda yazar, bu romanın ideolojik değil bir anarşi lanetlemesi olduğunu dile getirdi. Gençliğim Eyvah romanından sonra 1989 yılında yayımlanan Dünyanın En Pis Sokağı romanında yazar kan davasını merkeze koyarak aydın eleştirisi yaptı. 1983’te Tercüman’da tefrika edilen ve sonra kitaplaştırılan Osmancık romanında Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve bu kuruluşun ardındaki felsefeyi romana konu olarak işledi.

Sanat hayatındaki benimsediği yol; kabul gördüğü sanat akımı ne olursa olsun, onun sanatı, insan merkezliydi. Edebiyatımızda, insan merkezli bir yaklaşımla eserlerini oluşturdu. Ondaki asıl amaç, insanı anlatmaktı. Bununla birlikte, sanat sanat içindir ilkesini de dikkate aldı; bu anlayış, aynı zamanda onun sanat anlayışının çerçevesini de belirledi. Yazar, sanatı için değerli gördüğü insanı merkeze aldı ve diğer yaklaşımlara buradan hareketle, sanatının perspektifini genişletti. Sanat anlayışında, insan-toplum dengesi, hayli nazik bir karakter arz etmektedir. Felsefi ve dünya görüşü itibarıyla toplumdan insana değil, insandan topluma giden bir anlayışı benimsedi. Sanatı, toplumdan önceye aldı; dolayısıyla sanat sanat içindir ilkesini benimse de bu tercih, toplumun aleyhinde bir tercih değildi. Çünkü Buğra, sanatın içinde doğduğu toplumla bir bağı, bir alışverişi olduğuna inanan, sanatla toplum arasındaki uzaklık ve yakınlığı, her iki değerin özüne ve işlevine uygun olarak değerlendirmeye çalışan bir yaklaşımı benimsedi.

Eserlerinde toplumdan kişileri görürüz. Felsefi ve ideolojik bir beklentiyle ve sanat yapma kaygısıyla insanı harcamaması, bunun da ötesinde insanı sanat ve her türlü ideolojinin üstünde tutması gözden kaçmayan önemli bir özelliktir. En önemli ve yegâne amacı insanı yüceltmek olan Tarık Buğranın, sanat sanat içindir anlayışını benimsemesi, onun önemli özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. Eserlerine konu edindiği insana herkesin baktığı bir gözle bakmadı, bir sanatçı gözüyle baktı. Yazar her türlü çıkarın dışında bir anlayışla gözlemini yaptı, onun için yegâne amaç, sanat ve dolayısıyla sanatın malzemesi olan insandı. Sanatçı gözüyle bakmasını bildiği gibi, sanatçıya yakışan bir bağımsızlığı da önemsedi.

Pek çok romanı senaryosu bizzat kendisi tarafından yazılarak televizyon dizisi hâline getirildi. İlk olarak İbiş’in Rüyası, ardından Yalnızlar, Küçük Ağa, Osmancık, Dönemeçte ve Yağmur Beklerken romanları televizyon dizisi olarak 1979 ile 1992 yılları arasında televizyonda yayımlandı. Bu romanlarının yanında Diyanet Vakfı’nın siparişiyle “Sahibini Arayan Madalya”, Kültür Bakanlığı’nın siparişi olan “Atatürk Zafer Gaye Değildir” senaryolarını ve Türk Millî Kültür Vakfı’nın Yunus Emre yılı sebebiyle istediği “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı oyunu yazdı. Ayrıca Sakıp Sabancı’nın hayatını anlattığı Patron piyesi, yarım bıraktığı Mimar Sinan senaryosu, Mehmet Akif’in hayatını anlattığı romanı ve Ayvalık’ta yazdığı Güneş ve Aslan piyesi gibi daha birçok eser verdi. Çok sayıda ödüle layık görülse de ödüllere itibar etmedi.

1991’de Devlet Sanatçısı seçildi. Aldığı ödüller içinde kendisini en fazla duygulandıran ödül, 1 Ocak 1993'te Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Ankara’da Millî Kütüphane salonunda yapılan “Tarık Buğra ile 75 Yıl” konulu toplantı oldu.

1993 yılının Eylül ayında rahatsızlandı, konulan kanser teşhisi sebebiyle Çapa Tıp Fakültesi Hastanesinde ciddi bir ameliyat geçirdi. Ameliyat sonrasında dört ay kadar yaşadı. 4 Ekim 1987 ile 28 Kasım 1994 tarihleri arasında Türkiye gazetesinde yazılar yazdı, bu gazetede yazdığı “Yapılacak Son Şey” başlıklı yazısıyla Türkiye gazetesine ve Babıâli’ye veda etti. Bu yazısında şöyle dedi: “Benim başaramadığım şey, ölüm değil, Tarık Buğra ile dostluk kurmakmış; anladım. Ve yapacağım son işin bu dostluğu kurmak olduğuna hükmettim; çünkü bu dostluğu gerçekleştiremezsem huzura kavuşamayacağıma, bu yüzden ölümle dostluğumun da tamamlanamayacağına inandım. Önümüzde çok az zaman kaldı; hiç değilse bu süreciği sadece ona ayırayım. Yani, Allahaısmarladık Babıâli!”

Hastalığı 25 Şubat 1994 gecesi arttı ve 26 Şubat 1994 sabahı elindeki son eseri “Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak”ı bitiremeden vefat etti,  Karacaahmet Mezarlığı’nda annesi Nazike Hanım’ın yanı başında toprağa verildi.

Eserleri:

Yalnızların Romanı (Çınaraltı, 5 Mayıs – 9 Haziran 1948)

Aşk Esirleri (Milliyet, 30 Eylül – 9 Aralık 1950)

Tetik Çekildikten Sonra (Akın, 29 Ağustos – 8 Ekim 1951)

Ofsayd (Akın, 10 Ekim – 13 Kasım 1951)

Sonradan Yaşamak (Vatan, 16 Şubat – 23 Mayıs 1953)

İnce Hesaplar (Milliyet, 19 Mart – 3 Mayıs 1953)

Abaza Paşa’nın Rüyası (Bursa Hâkimiyet, 27 Eylül 1955 – 7 Şubat 1956)

Şehir Uyurken (Bursa Hâkimiyet, 4 Haziran – 22 Eylül 1956)

Yanıyor mu Yeşil Köşkün Lâmbası (Yeni Gün, 11 Nisan – 31 Mayıs 1957)

Ölü Nokta (Yeni İstanbul, 23 Nisan – 10 Haziran 1958)

Çolak Salih (Tercüman, 15 Mayıs – 5 Temmuz 1984)

Siyah Kehribar (1955), Küçük Ağa (1963)

Küçük Ağa Ankara’da (1966)

İbiş’in Rüyası (1970)

Firavun İmanı (1978)

Bir Köşkünüz Var mı? (1978)

Gençliğim Eyvah (1979)

Dönemeçte (1980)

Osmancık (1983)

Dünyanın En Pis Sokağı (1989)

Oğlumuz (1949)

Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952)

İki Uyku Arasında (1954)

Ayakta Durmak İstiyorum (1966)

İbiş’in Rüyası (1982)

Güneş ve Arslan, Sıfırdan Doruğa (1988)

Gagaringrad Moskova Notları (1962)

Gençlik Türküsü (1964)

Düşman Kazanmak Sanatı (1979)

Bu Çağın Adı (1979)

Politika Dışı (1992)