Ka’bü’l-Ahbâr
( .... - 652)
Beni İsrail’in (israil oğullarının) meşhur alimlerindendir. Yemen Yahudilerinden olup, Tevrat hakkındaki geniş bilgisiyle meşhur olmuştur. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in vasıflarını kutsal kitaplarından öğrenip müslüman olmuş ve çevresindeki Yahudi alimlerini de ikna etmeye çalışmıştır. Ehli Kitap nakledicilerinin en güvenilir olanı kabul edilmiştir. İslamiyet’in ortaya çıkışı sırasında henüz tahrif edilmemiş (bozulmamış) Tevrat’ın nüshasına sahip olduğundan, Hz. Muhammed (S.A.V.)’e işaret eden ayetlerden örnekler vererek alimleri kabule teşvik etmiştir. Tevrat’ın bu ayetlerinden bir kaçı Risale-i Nur’da da zikredilmekte ve kendisi için, "Beni İsrail’in allamelerinden" (Mektubat, s. 167) ifadesine yer verilmektedir. Künyesi Ebu İshak Ka’b bin Mati bin Heynu (Haysu) el-Yemanî şeklindedir.
Ka’b’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 104 yaşında öldüğüne dair rivayet esas alındığında, doğum tarihi olarak 551 yılı kabul edilebilir. Yemen asıllı olup, burada yaşayan Zuruayn soyuna mensuptur. Geniş bir ilmi birikime sahip olduğu rivayet edilmiş ve yazılarını mürekkeple yazmasından dolayı "ahbar" lakabıyla anılmıştır. Ahbar; hibr (mürekkep) kelimesinin çoğuludur. Kitab-ı Mukaddes hakkındaki geniş bilgisinden ötürü el-Ahbar lakabıyla anıldığı da belirtilmektedir.
Ka’b’ın İslâm’ı kabul etmesiyle ilgili farklı bilgiler nakledilmektedir. Bir rivayete göre Hz. Muhammed (S.A.V.)zamanında, Yemen’e giden Hazreti Ali (ra) ile görüştüğü ve bu sırada müslüman olduğu belirtilmektedir. Bir rivayete göre ise Hazreti Ebubekir’in (ra) halifeliği zamanında veya Hazreti Ömer döneminde Medine’ye gittiği, burada halifeyi bulamayınca Kudüs’e gidip halifenin huzurunda İslâmiyet’i kabul ettiği nakledilmektedir. Bu üç rivayete göre de müslümanlığı kabul ettiği açık bir şekilde belirtilmektedir.
Yahudi bir din aliminin oğlu olan Ka’b, dini bilgilerin bir kısmını babasından aldı. Ancak, babası Tevrat’ın bir kısmını yazıp, sadece bununla yetinmesini istedi ve kitaplarını bir dolaba koyup kilitledi. Ayrıca, kendisine verdiği nüshalar dışında okumaması konusunda da söz aldı. Daha sonra Hz. Muhammed (S.A.V.)’in gelişi, İslâmiyet’in her tarafa yayılmaya başlaması üzerine, babasının kendisinden sakladığı kitapları okuyarak son Peygamberin özellikleri hakkında daha geniş bilgi sahibi oldu.
Tevrat’ın henüz tahrif edilmemiş bir nüshasına sahip olan Ka’b, bu nüsha sayesinde kendi kitaplarında mevcut bulunan sahih ve uydurma haberler hakkında bilgi sahibi idi. Hangilerinin doğru veya yanlış olduğunu fark edebiliyordu. Bu bilgilere dayanarak, son Peygamber hakkında bilgi sahibi olduğundan, kendisini görmediği halde iman ettiği gibi, diğer alimleri de kabul etmeleri konusunda ikna etmeye çalıştı.
Ka’b, aralarında Hazreti Ömer’in de bulunduğu sahabelerden öğrendiği hadisleri rivayet etti. Naklettiği hadisler Ebu Davud, Darimi, Tirmizi ve Malik’in eserlerinde yer almaktadır. Kendisi sahabelerden istifade ettiği gibi, sahabe ve tabiin de kendisinin bilgi ve birikiminden istifade ettiler. Hazreti Ömer (ra), Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre ve Muaviye kendisinden istifade eden sahabelerdir. Ayrıca tabiinden bazıları da kendisinden öğrendikleri hadisleri naklettiler. Ayrıca bazı görüşmelerde kıssa da anlatan Ka’b, halifenin görevlendirdiği kişilerin dışında kıssa anlatmanın yasaklandığını duyduktan sonra, emre uyarak kıssa anlatmaktan vazgeçti.
Tevrat’ın tahrif edilmemiş yegane nüshasının babasından kendisine kaldığı ve bu nüshaya dayanarak yorumlarda bulunduğu belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim ayetleriyle ilgili yaptığı bazı yorumların hadislere uygunluğu sahabelerin dikkatini çekti ve uygun bulunanlar tasvip edildi. Son Peygamberle ilgili aktardığı bilgiler muhtelif İslam kaynaklarında zikredildiği gibi, Tevrat’tan göstermiş olduğu bazı nakiller Risâle-i Nur’da da yer almaktadır. Abdullah ibn Selâm ile Ka’bü’l-Ahbar’ın Tevrat’tan şu âyeti ilan edip gösterdikleri hatırlatılmaktadır:
"Ey Peygamber! Muhakkak ki, biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir sakındırıcı ve ümmîler için bir dayanak olarak gönderdik. Sen benim kulumsun ve sana Mütevekkil ismini verdim. Sen ne katı kalbli, ne huysuz ve ne de sokaklarda böbürlenerek yürüyen biri değilsin. Sen kötülüğe kötülükle de karşılık vermezsin. Sen affeden ve bağışlayan bir peygambersin. Eğriliğe girmiş olan halk onunla yolunu doğrultuncaya ve ’Lâilâhe İllallâh’ deyinceye kadar Allah o peygamberin ruhunu almaz" (Mektubat, s. 167). Bu ayette Hz. Muhammed (S.A.V.), "Mütevekkil" ismi ile zikredilirken bir başka ayette Muhammed ismi de zikredilmektedir; "Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Mekke onun doğum yeri, Medine hicret yeri, Şam onun mülküdür. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir." Tevrat’ın diğer bir ayetinde de; "Sen benim kulum ve Resulümsün. Sana Mütevekkil ismini verdim" ibareleri yer almaktadır (Mektubat, s. 167-168).
Ka’b’ın güvenilirliği ve kişiliğiyle ilgili tartışmalar günümüze kadar gelmiştir. Aralarında Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin kendisinden istifade ettiği, öğüt ve tavsiyelerinden yararlandığı şeklindeki rivayetlerin yanında; naklettiği şeylerden vazgeçmediği takdirde, Medine dışına sürülmekle tehdit edildiği de ifade edilmektedir. İbn Mesud, rivayetlerinde yer verdiği bazı hususlardan dolayı Ka’b’ı eleştirmiştir. Diğer taraftan Ebu Derda’nın görüşünü nakleden İbn Hibban ise bilgili bir alim olduğu, geniş bilgisi konusunda ittifak bulunduğuna yer vermektedir. Ayrıca, biyografisi üzerinde çalışma yapan Zehebi, engin bilgi ve dindar kişiliğine vurgu yaparken, Ka’b’ı yalanlayıcı her hangi bir beyana yer vermemiştir. Bunların dışında başka müellifler de kendi eserlerinde Ka’b’a geniş yer vermekle, ona büyük önem ve değer verdiklerini göstermişlerdir. (M. Yaşar Kandemir; "Kâ’b el-Abhâr", TDVİA. 24. C. s. 2).
Ka’b’ın kişiliği, müslümanlığında samimi olup olmadığı, nakillerinde yer verdiği bilgiler hakkında yapılan değerlendirmeler gibi konular üzerinde hassasiyetle durulmasını ve ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulmasını gerektirmiştir. Kendisinden bazı sahabelerin rivayette bulunması, İslamiyet’i kabul edişindeki samimiyetine gölge düşürecek her hangi bir değerlendirme ve menfi tavır takınma olmadığı görülmektedir. Buna rağmen, dini tahrip maksadıyla İsrailiyata dair rivayetleri sokuşturduğu şeklinde ithamda bulunmak ve bu şekilde suçlamak hakkaniyetle bağdaşmaz. İslamiyet’in kabulünden sonra, İsrailiyattan kalma bazı adet ve alışkanlıkların İslâmiyet’ten sonra da devam ettirildiği bilinmektedir. Ancak, bunların tamamını art niyetli olarak telakki etmek doğru değildir. Önemli olan, söz konusu nakilleri ve rivayetleri süzgeçten geçirmek, İslamiyet’in ruhuyla bağdaşmayanları ayıklamaktır.
Ka’b’ın, Ehli Kitap ravilerinin en güvenilir olanlarından biri olarak kabul gördüğünü hatırdan uzak tutmamak gerekir. Bununla birlikte, bazı nakillerin zamanla değişikliğe uğradığı, bazı durumlarda ifadenin yorumuyla karıştırıldığı, bazen de yorumların asıl ifade ile birleştirilerek anlaşıldığı veya aktarıldığı, bütün bunların da tamamen art niyetli yapılmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Ka’bü’l-Ahbar, son yıllarını, yerleştiği Humus’ta geçirdi. Bizanslılarla yapılan savaşa katıldı. 652 yılında vefat etti. Vefat tarihi olarak 653 yılı da gösterilmiştir. Ayrıca, Dımaşk’ta vefat ettikten sonra Babüssağir Kabristanına defnedildiği de nakledilmektedir.