III. Selim
Kararlarını alırken müneccimlere danışan III. Mustafa’nın oğlu olan III. Selim, 24 Aralık 1761 tarihinde doğdu. Onun tahta çıkışının yolunu, babasından sonra tahta geçen I. Mahmut ve III. Osman’ın çocuklarının olmaması açtı. Doğduğunda Topkapı Sarayı’nda günlerce süren şenlikler yapıldı. Çünkü 40 yıl boyunca Osmanlı Hanedanı’nda şehzade dünyaya gelmemişti. Babasının hükümdarlığı döneminde dünyaya gelmesi nedeniyle, rahat bir çocukluk dönemi geçirdi. Onun vefat ettiği tarihe kadar devlet törenlerindeki yerini aldı. Dedesi III. Ahmet’in, elçi kabullerinde yanına çocuklarını da almasını gelenekselleştiren III. Mustafa, bu gibi törenlerde Selim’i de yanına alarak elçilerle tanışmasını ve törensel davranışları öğrenmesini sağladı. Avrupa’da değişimin hızlandığı dönemde çocukluğunu geçirmesi, yeniliklere açık bir kişiliğe sahip olmasına neden oldu. Onun yenilikçiliğinde babasının elçi kabullerini takip etmesinin de etkisi oldu. Babasının yeniliklere açık kişiliğinden de etkilenen III. Selim, geleceğini de yenilik fikriyle kurguladı. Amcası I. Abdülhamit, tahta çıktığında saraydaki özgürlüğü sona erdi ve eski hükümdar ve şehzadelerin konulduğu şimşirlik denilen kafesteki yerini aldı. Ancak hürriyetinden mahrum olsa da boğulma, zehirlenme gibi korkular taşımadan gençliğini geçirmiştir. Hoşgörülü bir kişiliğe sahip olan III. Selim, hükümdar olduğunda, yeğenleri Mustafa ve Mahmut’a büyük yakınlık göstermiştir. III. Selim’in çocuğunun olmaması ve Osmanlı Hanedanı’nda erkek çocuk azlığı buna neden olarak gösterilmiştir. Ancak daha önce ve sonra görülen örnekler, bunda siyasal ve sosyal şartlardan çok, iyiliksever kişiliğinin etkili olduğunu ortaya koymuştur. III. Selim, kafeste geçirdiği süreçte, tahta çıkmadan üç yıl önce Fransız Elçisi Choisseul Gouffier’in aracılığıyla Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşmıştır. Bu yazışmalar da III. Selim’in düşünce dünyasını biçimlendirmiştir. Şiirlerinde “İlhâmî” mahlasını kullanan III. Selim, amcası I. Abdülhamit’in imamlarından Kırımî Ahmet Kâmil Efendi’den musiki dersleri almış, en güzel bestelerini bu dönemde yapmış ve âyin, durak, na’t, tevşîh, ilahi, peşrev, saz semaisi, kâr, beste, ağır semâi, yürük semai ve şarkı formlarında 100’ün üzerinde eser bestelemiştir. Türk musikisi repertuvarındaki “Selim Dede” mahlaslı bestelerin ona ait olduğu söylenir. Padişahlığı döneminde Batı müziğine de ilgi duymuştur. Kız kardeşli Hatice Sultan’ın sarayında ilk defa Batı müziği dinlemiş ve bunu daha sonra Topkapı Sarayı’ndaki bazı icralar takip etmiştir. 2 Mayıs 1797’de yabancı bir topluluk, onun huzurunda bir opera sahnelemiştir. Ayrıca yeni kurulan Nizam-ı Cedit birliklerinin günlük eğitimlerinde kullanılmak üzere bir boru-trampet takımı kurdurmuştur.
Büyük Rus Yenilgilerine Tanık Oldu
Babası ve amcası döneminde Ruslarla yapılan iki ayrı savaştan da Osmanlı Devleti’nin mağlup ayrılmasına tanık olması, onda derin izler bıraktı. Babasının başvezir yaptığı Ragıp Paşa’dan sonra, devlet işlerini yürütecek yetenekli, güvenilir ve tecrübeli bir devlet adamı bulamamaktan yakınmasından da dersler çıkarttı. Amcası I. Abdülhamit’in, 1787-1788 yıllarında Avusturya ve Rusya’ya karşı, iki cephede verilen savaşta Osmanlı Devleti’nin mağlup olması üzerine felç geçirerek hayatını kaybetmesi üzerine, 7 Nisan 1789’da tahta çıktı.
Bütün Dikkatini Ordunun Yapılanmasına Verdi
Babası gibi, ilmi nücum denilen astrolojik takvime ve müneccimlere itibar etmeyen III. Selim’in tahta çıktığında ilk işi, amcası I. Abdülhamit’in ölümüne sebep olan Rus ve Avusturya savaşının kötüye gidişini engellemeye çalışmak oldu. Ancak savaşın seyrini değiştirecek iyi komutanlar bulmakta zorlandı. Düştüğü çaresizlikten kurtulmak için komutan seçerken istihareye yatıp kura çekimine başvurdu. Bu durum, III. Selim’e karşı büyük ümitler taşıyanlarda hayal kırıklığı yarattı. Hatta kötü gidişin önüne geçmek için camilerde dualar ettirdi. Bundan da bir sonuç çıkmayınca “Para ile yapılan duadan hayır gelmez!” diyerek içine düşülen acziyeti açık görüşlülükle itiraf etti.
Ordu Savaşmayınca Ruslarla Zorunlu Barış Antlaşması Yaptı
Yaşanan hezimetten sonra bütün dikkatini ordunun yeniden yapılanması ve silahlandırılmasına verdi. Babası III. Mustafa’nın hayranlık duyduğu Prusya ile ittifak kurmakta tereddüt etmedi. Rusya ve Avusturya ile onurlu bir barış anlaşması imzalanıp devletin yeniden yapılanması için fırsat yaratılmasının gerekliliğini savundu. Prusya ile ittifak anlaşması yapmasının nedeni de Ruslardan Kırım’ı alıp hükümdarlık görevine parlak bir başlangıç yapmak istemesinden ötürü idi. Ancak Prusya ile yapılan ittifaka, “Hristiyan bir devletle yapılacak ittifakın dinen caiz olmadığı” itirazıyla karşılaştı. Yapılan itiraza, aldığı karşı fetva ile karşılık verdi. 1791 yılında Avusturya ile imzalanan Ziştovi Antlaşması’ndan sonra, Rusya ile devam eden savaşın da zaferle bitirilmesi için bütün komutanları teşvik etti. Ancak orduda düzenin bozulduğunun ve savaşacak hâli kalmadığının farkında değildi. Nitekim Başvezir Koca Yusuf Paşa başta olmak üzere, bütün komutanlar onun isteğini yerine getirmedi. Hükümdarın emrine rağmen, ordu savaştan kaçındı. Bu Osmanlı tarihinde ilk defa görülen bir boykottu. Ordu düzeni bozuktu ve asker eğitimsizdi. Hiçbir asker savaşacak durumda değildi. Herkes bir an önce barış yapılmasını istiyordu. Komutanlar ve divan üyeleri aldıkları kararı ortak bir dilekçe imzalayarak III. Selim’e bildirdiler. Bu gelişme karşısında III. Selim, Ruslarla barışı kabul etmek zorunda kaldı ve 1792 yılında Yaş Antlaşması imzalandı.
Nizam-ı Cedit Kaçınılmaz Oldu
Ruslar karşısında alınan yenilgi, aynı zamanda Nizam-ı Cedit (Yeni Ordu) için de bir başlangıç oldu. Osmanlı ordusunda köklü değişiklik yapılması, kaçınılmaz bir şekilde kendini dayatmıştı. III. Selim, ordu cepheden dönmeden, alınması gereken önlemleri, yapılması gereken değişiklikleri içeren raporlar hazırlamaları için komutanlara emirler verdi. Devlet ve toplum olarak Avrupa karşısında giderek gerilediğimiz fikri, III. Ahmet’ten itibaren kabul edilmeye başlanmıştı. Yenilenme fikrinin hayata geçirilmesi için alınan önlemler, zamanla sonuç verecekti. Bu süreçte, yenileşmeyi yapacak insanlara da ihtiyaç vardı. Düşmanla savaşmaktan kaçınan ordu ve devlet adamlarıyla devleti yenilemek mümkün değildi. III. Selim, bu konuda kendisine tam inanmış, güvenilir kişiler aramaya başladı. Yaptığı ilk iş, Ruslarla savaştan kaçınan bütün komutanları değiştirmek oldu. Komuta zincirini bozdu ve orduya Yeniçeri Ocağı dışından atamalar yaptı. Tımar sistemini gözden geçirdi ve yararsız olanları tasfiye etti. Yapılan bu değişiklikler kendi muhaliflerini doğurmakta geç kalmadı. Ordusuyla büyüyen devlet, yine ordusuyla küçülüyordu. Çağın şartlarına uyum sağlamayan ordunun, devleti daha büyük felaketlere sürüklemesi kaçınılmazdı. O nedenle, devleti dönüştürmek için, önce orduyu değiştirmek gerekiyordu. Bunun için öncelikle ordunun ve donanmanın giderlerini karşılamak üzere Nizam-ı Cedit Hazinesi denilen bağımsız bir defterdarlık ve fon kuruldu. Devletin gelirlerini artırmak için yeni vergiler getirildi. Devlet harcamalarında tasarrufa önem verildi ve lüks malların ithalatı sonlandırıldı. Buna paralel, ticari hayat canlandırılmaya çalışıldı. Özellikle Rumlar ve Yahudilerin elinde olan ticaret hayatında, Türklerin de varlık göstermesi için, devlet adamları ve halktan imkânı olanlar, deniz ticareti ve taşımacılığına teşvik edildi. Gayrimüslim Osmanlı tebaasından isteyenlere de Avrupa tüccarı adıyla berat verilerek Avrupalı tüccar statüsünde ticaret imkânı tanıdı.
Paralel Bir Devlet Ortaya Çıktı
Avrupa’da başlayan aydınlanma sürecinin etkilerinin son derece geç hissedildiği Osmanlı’da, yeniliklerin hayata geçirilmesi hiç kolay değildi. O nedenle özellikle askerî sahada, eski ve yeni paralel yürüdü. Yeni ordu yapılanması tamamıyla oturmadığı için, eski ordu da korundu. Yeni ordunun yapısının kurumsallaşıp yaygınlaşması için babası tarafından 1775 yılında kurulan Mühendishane-i Bahrî Hümayun, yenileştirilerek geliştirildi. Hasköy’de Humbaracı Ocağı ve Lağımcı Ocağı kurularak, buralarda görev yapan askerler için 1795 yılında Kara Harp Okulu gibi eğitim veren askerî bir mühendishane inşa edildi. 1797 yılında aynı yerde bir de matbaa açıldı. Aynı şekilde Levent ve Üsküdar’da büyük kışlalar inşa edildi. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de Nizam-ı Cedit’in örgütlenmeye çalışması, Osmanlı yenileşme hareketinin omurgasını ordunun oluşturacağını gösteriyordu. Zaten, eski imparatorlukların başka türlü yenileşmesi mümkün değildi. Çünkü devletin omurgasını ordu oluşturuyordu. Ancak ıslahat denilen iyileştirme ve yenileştirme çalışmalarının idarenin bütün dallarını kapsaması gerekiyordu. Yönetim anlayışı değişmedikçe yeniliklerin hayata geçmesi mümkün değildi. III. Selim de reformları, devletin bütün sahasına yaymak istiyordu.
Her Yeniliği Yerinde Denetledi
III. Selim, reform çalışmalarını başlatırken bütün inisiyatifi kendisi üstlendi ve başveziri ikinci plana attı. Kendine yakın isimlerden bir “iç kabine” oluşturdu. Ayrıca 40 kişilik bir reform ekibi kurdu. Başlattığı her reformu da yerinde denetledi. Babası III. Mustafa, onu, topçulukla ilgili kitap yazacak kadar iyi yetiştirmişti. O yüzden yeni kurulan askerî kurumları da babası gibi sıkça denetimden geçirirdi. İlgilileri kendisi yönlendirir ve yapılması gereken işleri bıkmadan usanmadan yazarak anlatırdı. Yüksek insani erdemlere sahipti. Hoşgörülü ve merhametliydi. Ancak onun bu özellikleri, Osmanlı Devleti’ni dönüştürmek için giriştiği reformların hayata geçirilmesinde bir zaaf olarak algılandı. Hükümdarlığı süresince sağlam ve istikrarlı bir karakter çizgisi göstermediği kaydedilmiştir. “Su gibi meyyal” denilen bir karakteri olduğu belirtilmiştir. Bu özelliğinden dolayı kendinden korkulmayan bir hükümdar portresi çizmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’ni yöneten bir hükümdarın en büyük düşmanıdır. Yenileyici olmak için kararlılık ve haşmet arayan insanlar, onun yumuşak tabiatını zaaf olarak algılamışlardır. Nizam-ı Cedit’i sekteye uğratan da onun merhameti ve hoşgörüsü olmuştur. Kurulan yeni orduyu boğmaya çalışanların isyanına, elinin altındaki binlerce askeri kullanmadan teslim olmuş ve her şeyi vuruşmadan bırakıp nezaket içinde köşesine çekilmiştir. Hatta yenileşme hareketinde kendisine inanıp yola çıkan insanları da isyancıların insafına terk etmiştir.
“Yenilenmek İçin Uzun Zaman Gereklidir”
Kâtip Çelebi’ye göre, bir devletin kökten değiştirecek değişim ancak padişah eliyle gerçekleştirilebilirdi. Ancak yüzlerce yıllık alışkanlıkları bir padişahın tek başına değiştirmesi de beklenmemeliydi. Prusya Elçisi Diez, 1789 yılında ülkesine gönderdiği raporda, “Bu hükümdar vasıfları ve yetenekleri itibarıyla milletinin ilerisindedir ve milletinin yenileyicisi olması mukadder görünmektedir; ancak 100 yıldan fazla bir zamandır gerilemekte olan bir devletin yenilenmesi için uzun seneler gereklidir.” demiştir. Nitekim öyle de oldu. Sadrazam ve şeyhülislam başta olmak üzere, devletin üst yöneticileri, iç kabine ile otoritelerini paylaşmak istemedikleri için reformlar divandan destek görmedi.
İsyanlar, Ayrılıkçılığa Yöneldi
1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı milliyetçi dalgadan, İstanbul’dan önce taşra etkilendi. Bu nedenle III. Selim döneminde Pazvandoğlu, Tirsiniklioğlu, Tepedelenli, İşkodralı, Canikli, Cezzar, Kavalalı gibi güçlü isyanlar çıktı. Eski bir yeniçeri olan ve gözü karalığı ile Vidin’de kendini fark ettiren Pazvandoğlu, 1795 yılında, Rumeli’de, Sava Nehri’nden Tuna Nehri’ne kadar uzanan geniş sahada kendi adına bir krallık kurmak hevesiyle ayaklanınca Osmanlı ordularını, yabancı ordularla savaşır gibi seferber etti. Ancak 1799 yılında Vidin valisi yapılarak itaat altına alındı. Bir yıl sonra valilik görevinden alınması, 1807 yılına kadar sürecek yeni bir ayaklanma başlatmasına sebep oldu. O tarihte felç olarak hayatını kaybetmesiyle, Osmanlı Devleti büyük bir beladan kurtulmuş oldu. Fransız ulusçuluk akımlarından en çok etkilenen milletlerin başında Sırplar geliyordu. Nitekim 1804’te Sırplar da ayaklandı. Onları, Mekke ve Medine’de Vehhabilerin ayaklanması takip etti. Katliam ve talanlarla hac yolunu güvensiz hâle getiren Vehhabiler de III. Selim’in saltanatını sarsacak ve meşruiyetini zedeleyecek kadar ileri gittiler.
Fransız İhtilali’nin Olumlu Etkileri de Oldu
Fransız İhtilali, eşitlik, özgürlük, milliyetçilik ve demokrasi kavramlarını öne çıkartmıştı. Bu durum Avrupa’daki imparatorlukların içine bomba gibi düştüğü için, 1792’den itibaren genel bir Avrupa savaşı dönemi başladı. Bu durum III. Selim’in başlattığı reformlar için de uygun şartlar yarattı. Çünkü piyasaya bol miktarda işsiz kalmış subay ve teknik becerisi olan eğitilmiş insan çıktı. III. Selim, bu insanların ordu, donanma ve mühendishanelerde istihdam edilmesinde tereddüt etmedi. Gemi inşa mimar ve mühendislerinden, tersanede havuz yapımcıları, asker eğitmenleri, top döküm ustaları, kalafatçı ve burguculardan marangozlara kadar büyük bir yetişmiş insan malzemesi Osmanlı topraklarına akın etti. Normal şartlarda zor temin edilen bu insanlar, Osmanlı ordu yapısının dönüştürülmesinde itici insan gücünü teşkil etti. Bu arada, 1792 yılında Londra, 1797 yıllarında Paris, Berlin ve Viyana’da daimî elçilikler açıldı. Ancak Fransız İhtilali’nin doğurduğu çatışmaların Osmanlı’ya sıçraması fazla sürmedi. Napolyon Bonapart’ın liderliğinde yayılmacı bir siyaset takip eden Fransızlar, önce İtalya’yı ele geçirdiler. Ardından 1797 yılında kadim Venedik Cumhuriyeti’ni tarih sayfalarına havale ederek parçaladılar. Böylece, Osmanlı Devleti, Adriyatik’te Fransa ile komşu oldu. Fransızlar, ikinci etapta, İngiliz-Fransız mücadelesinin bir uzantısı olarak 1798 yılında Mısır’a saldırdılar. Fransızların süratle Mısır’ı ele geçirmesi, Osmanlı Devleti’ni Rusya ile ittifak yapmak zorunda bıraktı. Güçlenen Fransa, Osmanlı’nın yanı sıra, hem İngiltere’yi hem Rusya’yı rahatsız etmişti. Bu nedenle İngiliz ve Ruslarla kurulan ittifakın yardımıyla Fransa, 1802 yılında Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı.
Askerliği Zorunlu Yapmak İstemesi Sonunu Getirdi
Prusya’daki askerlik uygulamalarından esinlenen III. Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki ordu düzenine geçmek istedi. Mart 1805’te genel askerlik uygulamasına geçilmesini arzuladı. Bunun için 20-25 yaşındaki erkeklere mecburi askerlik hizmeti getirmek istedi. Ancak onun bu isteği, arı kovanına çomak sokmak gibi, genel bir rahatsızlık yarattığı için bundan vazgeçmek zorunda kaldı. III. Selim, 1806 yılında zorunlu askerlik fikrini yeniden hayata geçirmek istedi. Onun bu isteği, hükümdarlığının da sonunu getirdi. Nizam-ı Cedit ordusunu Anadolu’da kurmakla görevlendirilen Kadı Abdurrahman Paşa, elde ettiği başarıyı İstanbul’a da taşımak istedi. Ancak kuvvetleriyle birlikte İstanbul’a doğru hareket etmesi Silivri, Tekirdağ ve Çorlu’da sert bir muhalefetle karşılaştı. Teşebbüs buradaki âyanların tepkisini çekti ve taraflar arasında silahlı çatışmalar cereyan etti. Başvezir Hafız İsmail Paşa, iç kabineden ayrı tutulduğu için reformlara karşı idi. Nizam-ı Cedit’in de İstanbul’a gelmesini istemiyordu. Âyanların karşı çıktığı bu girişime, o da destek verdi. Neticede girişim Edirne Vakası ile sonuçlandı ve uygulama iptal edildi. III. Selim’in sonunu getiren ise sadrazamı sadece azledip sürgüne göndermesi oldu. Çünkü aynı süreçte, yenilik taraftarı diye bilinen Şeyhülislam Salihzade Esat Efendi’yi de görevden almak zorunda kaldı ve muhalefeti teskin etmek amacıyla 14 Eylül 1806’da Yeniçeri Ağası İbrahim Hilmi Ağa’yı sadrazamlığa, yeniliklere kökten karşı çıkan Topal Ataullah Efendi’yi şeyhülislamlığa getirdi. Sonun başlangıcı olan bu gelişme saltanatına ağır bir darbe vurdu, bütün haşmetini tamamen kaybetmesine yol açtı ve bundan böyle otorite kurması bir daha mümkün olmadı.
İngilizlerin de Desteğiyle Kansız Bir Şekilde Tahttan İndirildi
Napolyon’un hükümdarlığındaki Fransa’nın Avrupa dengelerini değiştirmesi, Osmanlı Devleti’ni de yeni ittifaklara itti. Prusya’nın, Fransa’yı Avrupa’nın yeni gücü olarak kabul etmesi, Osmanlı Devleti’ni de Fransa ile yakın ilişkiler kurmak zorunda bıraktı. 1806 yılındaki bu karar, İngiltere-Rusya ittifakından çıkmak anlamına geliyordu. Bunun üzerine İngiltere ve Rusya ile savaş durumu ortaya çıktı. İngiliz filosunun 1807 yılında Çanakkale Boğazı’ndan rahatça geçerek İstanbul önlerine kadar gelmesi, III. Selim’e büyük bir darbe indirdi. İngiliz filosu, İstanbul ve Çanakkale boğazını ablukaya alınca şehirde kıtlık baş gösterdi. Reformlar nedeniyle toplumda biriken öfke, pazardaki malların aşırı pahalılanması üzerine su yüzüne çıktı. İngiliz filosunun Yeniçeri Ocağı’nı imha ettirmek için sarayın daveti üzerine geldiği söylentisi ortalığı karıştırdı. İngiliz donanması, Şubat 1807’de çekilince ordu 12 Nisan 1807’de Rus seferine çıktı. Bu durum, III. Selim aleyhtarı girişimler için uygun bir ortam yarattı. Ordu Edirne’ye varmıştı ve Sadrazam İbrahim Hilmi Paşa ve devlet ricali ocak halkıyla beraber seferde idi. Bu nedenle ikinci elden icra edilen bir darbe yapıldı. Kabakçı Mustafa İsyanı adı verilen ayaklanma, Kaymakam Köse Musa Paşa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi tarafından planlandı. Küçük çıkarlarını korumak isteyen eski düzen yanlılarının desteklediği darbenin hedefi, Nizam-ı Cedit’i ortadan kaldırmaktı. Çünkü her türlü meslekten, sınıftan ve tabakadan İstanbul halkının neredeyse yarısı, yeniçeri defterlerinde kayıtlı idi ve askerî bir hizmet görmeden maaş aldıkları için, isyan geniş kitleler tarafından sessizce desteklendi. 25 Mayıs 1807’de başlayan isyan, 29 Mayıs 1807’de III. Selim’in tahttan indirilmesiyle sonuçlandı. Ayaklanmanın ilk günü yamakların yanında bulunan Mahmut Râif Efendi ve Halil Ağa öldürüldü. İkinci gün, yeni sadrazam ve şeyhülislam, Nizam-ı Cedit’i kuran kurmaylardan 12’sini idam ettirdiler. Bunların dışında da reform çalışmalarına katkısı olan kim varsa katledildi. III. Selim ise hükümdarlığını devam ettirebileceği ümidiyle kendi eserini feda etti. İsyan sonunda yeni ordunun harcamalarına kaynak oluşturan İrad-ı Cedit Hazinesi denilen defterdarlık kaldırıldı. III. Selim’in tahttan indirilişine, yaptığı reformlar nedeniyle dinden çıkmış olduğu gerekçe gösterildi. Çocuğunun olmaması bir suçlama vesilesi yapıldı. Oysa III. Selim tahta çıktıktan sonra Ahmet adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmiş ancak fazla yaşamamıştı. Onun yerine Şehzade Mustafa’nın ismi anılmaya başlandı. Selim, tahttan indirilmesine fazla direnmedi. Bunda yumuşak tabiatlı oluşunun etkisi olduğu kadar, küskünlük, kırgınlık ve bıkmışlık duygularının tesiri de vardı. Yeğeni Mustafa’yı da kendi eliyle tahta oturtarak 18 yıl önce terk ettiği Şimşirlik’e tekrar geri döndü.
Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i Kurtaramadı
Ordu Rus cephesinde çarpışırken darbenin birinci yılında III. Selim günlerini saray cezaevi de denilebilecek Şimşirlik dairesinde geçiriyordu. İstanbul’daki darbeden canını kurtaran Nizam-ı Cedit yanlılarından bazıları Bulgaristan’a giderek Rusçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa’nın etrafında toplanmışlardı. Eski bir yeniçeri olan ve etrafında büyük bir güç toplayan Alemdar Mustafa Paşa, reformları destekliyor ve III. Selim’i yeniden tahta çıkartmak istiyordu. Bunun için, topladığı birlikleriyle Rusçuk’tan İstanbul üzerine yürüdü. Alemdar Mustafa, 28 Temmuz 1808 tarihinde Topkapı Sarayı’nın kapısına dayandı. Kanlı direnişe rağmen, öğleden sonra sarayın kapılarını kırıp içeri girdiğinde Arz Odası’nın Babüssaade’ye bakan kapısı önündeki sofaya bir şilte üzerine konmuş III. Selim’in cesediyle karşılaştı. Aynı gün saat 16.00 civarında Sarayburnu’ndan top sesleri duyuldu. Artık III. Selim ölmüş ve yeni bir hükümdar tahta çıkmıştı. III. Selim, kendini öldürmeye gelenlerden Başçuhadar Abdülfettah, Kethüda Ebe Selim, Hazine Vekili Nezir ağaların bulunduğu, daha sonra hepsinin yakalanarak idam edileceği yirmi kadar katille boğuşmak zorunda kalmıştı. Kanlı bir şekilde öldürülen III. Selim’in naaşı, ertesi gün geniş bir halk kitlesinin katılımı ile babasının Laleli’de yaptırdığı caminin türbesine defnedildi.
Değeri 15 Yıl Sonra Anlaşıldı
Tahttan indirildikten sonra, icraatları İstanbul kahvelerinde uzun zaman efsane gibi anlatıldı. Alemdar’ın katillerin peşine düşmesi ve onların hepsini bir bir yakalayarak ölümle cezalandırması halk tarafından alkışlandı. Tahttayken değeri bilinmeyen III. Selim’in değeri, 15 yıl sonra daha iyi anlaşıldı. 1821’den beri devam eden ve uzun yıllar süren nafile uğraşlara rağmen bir türlü bastırılamayan Rum ayaklanmasını Mora’ya sevk edilen çağdaş eğitimli Mısır kuvvetlerinin beş altı ay içinde sona erdirmesi, İstanbul’da Batı tarzında eğitilmiş ordunun kıymetini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi ve halk arasında Sultan Selim’in itibarı iade edildi.
İyi Bir Şair ve Müzisyendi
“İlhami” mahlasıyla yazdığı şiirlerinden oluşan bir divana sahip III. Selim, Mevlevi dergâhının müdavimlerindendi. Döneminin ünlü şairi Şeyh Galip’i sevip kollayan III. Selim aynı zamanda savaş bilimiyle ilgili olarak geniş bir bilgiye sahipti. Fransız askerî uzmanlarından Vauban’ın eserlerini bu amaçla tercüme ettirmiş ve bastırmıştı. Bunları okur ve okunmasını tavsiye ederdi. Selim çağdaş savaş tekniklerine, usul ve silahlarına olan ilgisini bu konularda bizzat bir risale yazacak derecelere götürmüştür. Padişahın bu risalesinin ikinci kısmının fişekler ve üçüncü kısmının toplarla ilgili olduğundan, risaleyi inceleyen kaptan paşanın burada sözü edilen fişek ve toplardan donanmadaki gemilerde bulunmadığını söyleyerek bunların teminini istemesi vesilesiyle haberdar olunmaktadır. III. Selim, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Galata mevlevihanelerini onartmıştır. Çeşitli yerlerde çeşmeler yaptırmış, Üsküdar Harem İskelesi arkasında Selimiye olarak anılacak yeni bir semt kurmuş, burasını kendi adıyla anılan büyük bir kışla, cami, tekke, hamam ve diğer binalar, zabit evleri, iş yerleri inşasıyla mamur hâle getirmiştir. Ayrıca 1802 yılında büyük bir bina yaptırarak Mühendishane Matbaasını buraya taşımıştır. Döneminin pek çok müzisyenini himaye eden ve ortak meclisler düzenleyen III. Selim’in, Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Onun bestelediği, “Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni” mısrasıyla başlayan hicaz nakış bestesinin III. Selim tarafından çok beğenilmesiyle Dede Efendi, padişahın isteği üzerine sarayda haftada iki defa düzenlenen küme fasıllarına hanende olarak katılmaya başlamıştır. III. Selim döneminde ayrıca Abdülbaki Nâsır Dede ve Hamparsum Limonciyan, daha sonra nota olarak adlandırılan birer musiki yazısı sistemi geliştirilmiştir. Abdülbaki Nasır Dede, ebcet notasını yeniden uyarlayıp kendi adıyla anılan bir nota alfabesi tertip ederek bunun kullanılış şeklini padişaha takdim ettiği “Tahririyye” adlı eserinde izah etmiştir. Abdülbaki Nasır Dede’nin nota alfabesinin beklenen rağbeti görmemesine rağmen Hamparsum’un kendi adıyla anılan musiki yazısı sistemi büyük ölçüde benimsenmiş ve Batı notası yerleşinceye kadar 19. yüzyıl boyunca kullanılmıştır.
Kaynak: Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar, Hasan Yılmaz, Elips Kitap, 1. Baskı Mayıs 2015, Ankara.