I. Abbas
Safevî hükümdarı (1587-1629).
Şah Tahmasb’ın torunu ve Muhammed Hüdâbende’nin oğludur. Annesi Mâzenderan Hâkimi Abdullah Han’ın kızı idi. 27 Ocak 1571’de, babasının valiliği sırasında Herat’ta doğdu. Daha sonra Şiraz valiliğine getirilen babası Muhammed, II. İsmail’in ölümü üzerine, Türkmen emirleri tarafından tahta çıkarıldı. Bu sırada Abbas Herat’ta bulunuyordu. Babasının hükümdarlığı esnasında devletin idaresi, birbirleriyle mücadele içinde bulunan Türkmen emirlerinin elinde kaldı. Muhammed Hüdâbende’nin dirayetsiz idaresi, gözlerinin iyi görmemesi ve oğullarının küçük yaşta olması, karısı Begüm’ü devlet işlerinde söz sahibi yaptı. Ancak bundan hoşlanmayan Horasan emirleri, Begüm’ü öldürttüler (1579); hemen ardından da Herat Valisi Şamlu Ali Kulu Han’ın önderliğinde, henüz on yaşındaki Abbas’ı hükümdar ilan ettiler. Fakat oymaklar arasındaki düşmanlıklar, Herat Valisi Ali Kulu Han ile Meşhed Valisi Ustacalu Mürşid Kulu Han’ın savaşmasına yol açtı ve neticede Abbas, Mürşid Kulu tarafında kaldı. Emirler arasındaki mevki mücadeleleri sürerken Azerbaycan Osmanlı hâkimiyetine girmiş, Özbek hükümdarı Herat’ı kuşatmıştı. Bu sırada duruma hâkim olan Meşhed Valisi Mürşid Kulu Han, yanındaki az bir kuvvetle Horasan’dan Irak üzerine yürüyüp Kazvin’e girdi ve daha önce hükümdar ilân edilen on yedi yaşındaki Abbas’ı Safevî tahtına oturttu (Ekim 1587).
Tahta çıktığında içte ve dışta, çeşitli meselelerle karşı karşıya kalan Şah Abbas, önce Türk emirlerin nüfuzunu kırarak hâkimiyeti için tehlikeli olabilecek kişileri bertaraf etti. Osmanlı Kapıkulu ocaklarını örnek alarak bir ocak kurdu. Gürcü, Çerkez ve Ermenilerden teşekkül eden bu ocağın mensuplarına, Osmanlılarda olduğu gibi kul, reislerine de “kullar ağası” denilmekteydi. Ayrıca, İran kaynaklarında “Kızılbaş” adıyla belirtilen ve Türk askerî topluluğuna karşı bir nevi denge unsuru olarak eyaletlerin yerli halkından, reislerine “minbaşı (binbaşı)” denilen “tüfenkçi birlikleri” teşkil etti. Şah Abbas, sadece devletin öz unsuru olan Kızılbaşları inzibat altına almakla kalmadı, aynı zamanda Gîlân, Mâzenderan, Sîstan, Lâr ve Lûristan’daki mahalli emirliklere de son vererek Safevî hâkimiyetini oralarda da iyice yerleştirdi.
Abbas’ın hükümdarlığının ilk yıllarında Horasan’ı istila eden Özbekler, uzun bir kuşatmadan sonra bu eyaletin başkenti Herat’ı ele geçirmiş. Meşhed’e yönelmişlerdi. Abbas, durumun ciddiyeti karşısında kuzeybatı eyaletlerini zapt eden Osmanlılarla 1590’da barış yaparak ülkesinde devam eden iç karışıklıklara son vermeye ve Özbekler üzerine yürümeye karar verdi. Bu sırada Özbek Hükümdarı Abdullah Han’ın ölümü üzerine (1598), Şah Abbas Horasan tarafına yöneldi. Meşhed, Nişabur ve Herat şehirlerini alarak Horasan’ın önemli bir kısmını fethetti. 1600’de Horasan’a yeni bir sefer düzenledi ve Safevî sınırını Ceyhun’a kadar uzattı. Daha sonra Osmanlı cephesine dönerek önce İran, sonra Avusturya seferleriyle yorgun düşen ve Anadolu’da baş gösteren Celali isyanlarıyla sarsılan Osmanlı Devleti’ne 1603 yılında savaş açtı. Başta Tiflis olmak üzere daha önce kaybedilen Gürcistan, Çukur Sa’d (Revan bölgesi), Azerbaycan, Şirvan, Karabağ ve Nihâvend eyaletlerini geri aldı ve Bağdat’ı zapt etti. Osmanlı-Safevî savaşları devam ederken Anadolu’dan İran’a göçler oluyordu. 1603 yılında, yağmacılıktan sebebiyle “silsüpür” adını alan 2000 kişilik bir grup, ertesi yıl kalabalık bir Safevî mürit topluluğu ve Erzurum-Pasin Ovası’nda yaşayan Mukaddem oymağı ile Beğdili boyuna mensup Gün-Doğmuş oymağı İran’a göç etti. Daha sonra 13.000 kişiyi bulan kalabalık bir Celali topluluğu da başlarında Kalenderoğlu Mehmed Paşa olduğu hâlde İran’a gitti.
1603’te Safevîler Osmanlılara savaş açtıkları zaman, Osmanlı Devleti Avusturya ile harp hâlinde idi. Ertesi yıl Vezir Cigalazâde Sinan Paşa’nın kalabalık bir ordu ile İran üzerine gelişi Abbas’ı ne kadar kaygılandırdıysa, Selmas yakınlarında Osmanlı ordusunun yenilgiye uğraması ve Sinan Paşa’nın çekildiği Diyarbekir’de 1605’te ölümü de onu o derece sevindirdi. 1610’da Kuyucu Murad Paşa’nın Tebriz yakınlarındaki Acıçay’a kadar gelmesi üzerine Şah Abbas barış teklifinde bulundu ve her yıl iki yüz yük ipek vermeyi taahhüt etti. Bu teklif yeni sadrazam Nasuh Paşa’nın gayreti ile kabul edilerek sulh yapıldı (1612). Üç yıl sonra, taahhüdünü yerine getirmeyen Şah Abbas’a karşı gönderilen Veziriazam Öküz Mehmed Paşa’nın Revan seferi başarısızlıkla sonuçlandı. Yüz yük ipek vermek şartıyla yapılan antlaşma Sultan Ahmed tarafından kabul edilmemiş, 1617 yılında Halil Paşa kumandasında gönderilen yeni ordu Erdebil’e kadar ilerlemişse de durum değişmemiş, Mehmed Paşa ile yapılan antlaşmanın şartlarına göre yenisi imzalanmıştı (1618).
Şah Abbas, Osmanlı Devleti’ne savaş açmadan önce kendisine müttefik bulmak için Avusturya’ya bir elçilik heyeti göndermişti. Bayat Hüseyin Ali Bey ile İngiliz Sir Anthony Sherley’in başında bulunduğu bu elçilik heyeti, 1598 yılında İsfahan’dan hareket ederek Hazar Denizi yolu ile Avrupa’ya gitmişti. Bunu Rumlu Deniz Bey’in başkanlığındaki diğer bir elçilik heyeti takip etti. Diğer taraftan Şah Abbas, Rus Çarına Osmanlı idaresindeki Şirvan ve Gürcistan’a birlikte saldırmayı teklif ettiği gibi, Özi (Dinyeper) Kazakları’nı harekete geçirmek bile istemişti.
Şah Abbas’ın Babürlü Hint hükümdarları ile olan münasebetleri ise dostça devam etmiş, hatta Safevî hükümdarının 1622’de Babürlü valileri tarafından idare edilen Kandehar ve Zemindâver’i zapt etmesi bile bu dostluğu bozmamıştı. Şah Abbas, Kandehar ya-kınlarındayken Portekizlilerin elinde bulunan Hürmüz Adası’nın İngilizlerin yardımıyla Fars Beylerbeyi İmam Kulu Han tarafından zapt edildiğini haber aldı. Bahreyn ise daha önce Allah-Virdü Han tarafından fethedilmişti. İspanya Hürmüz ve Bahreyn’in kendisine verilmesini istediyse de Abbas bu teklifi kabul etmedi.
1623 yılında Bağdat’ın ele geçirilmesi ile Şiilerce mukaddes sayılan Necef ve Kerbela da Safevî hâkimiyeti altına girmiş oldu. Şah Abbas Musul, Kerkük ve Van’ı da almak istedi, fakat muvaffak olamadı. Ülkesinin sınırlarını daima genişletmek arzusunda idi; bu maksatla Fars Beylerbeyi İmam Kulu Han’ı Basra’nın fethiyle görevlendirdi. Bu arada dinlenmek için gittiği Mâzenderan’da sağlığı iyice bozuldu. İyileşmeyeceğini anlayınca yerine torunu Sam Mirza’nın geçirilmesini vasiyet etti. Çok geçmeden, kırk iki yıl süren saltanatı sonunda altmış yaşlarında öldü (19 Ocak 1629).
Koyu bir Osmanlı düşmanı olarak bilinen Şah Abbas, azim ve irade sahibi, faal ve akıllı bir hükümdar, mahir bir siyasetçi idi. Bir taraftan iç karışıklıklar, diğer taraftan dış tehditler karşısında Safevî Devleti’ni yıkılmak tehlikesinden kurtardığı gibi, ona en parlak ve en kudretli devrini de yaşattı. Devlet merkezini Kazvin’den İsfahan’a naklederek orada geniş çapta imar faaliyetlerine girişti. İsfahan’da büyük bir saray, cami, mescit, medrese ve hastane ile hamamlar, çarşılar ve kervansaraylar inşa ettirdi. Mâzenderan’da, kıyıya yakın bir yerde “Ferahâbâd” adlı bir şehir kurarak buraya ülkenin her yanından halkın gelip yerleşmesini sağladı. Ayrıca Kazvin, Meşhed ve Kâşân şehirlerinde de cami, türbe, kervansaray ve kasır gibi çeşitli eserler yaptırdı.
Onun devrinde ticaret en çok Osmanlı Devleti ve Hindistan ile yapılıyor, İran’ın başlıca ihraç malı olan ipek, kervanlarla özellikle Tokat ve Halep’e gönderiliyordu. Osmanlı ülkesine gelen ipeğin büyük bir kısmı oradan Avrupa’ya sevk ediliyor; Osmanlılar da bundan önemli bir gelir sağlıyorlardı. Şah Abbas bu kazancı kesmek için Osmanlı toprakları üzerinden ipek sevkiyatını durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Çünkü ithal ettiği maddelerin başında yer alan işlenmiş bakırı Osmanlı Devleti’nden alıyordu.
Şah Abbas da ataları gibi Azerî şivesiyle konuşmaktaydı. Ayrıca sarayda, İran’da yaşayan Türk oymakları ile sayıları 12.000’i bulan Gürcü, Çerkez ve Ermeni asıllı kapıkulu askerleri arasında da Türk dili kullanılıyordu. Türkçe, Safevîlerde sadece konuşma dili değil, edebî ve resmî dil olarak da değerini daima korumuştur. Bu devirde, aralarında Şah Abbas’ın kütüphanecisi olan ve Çağatay Türkçesi ile Mecmaul-Havâs adlı bir tezkire yazan Afşar Sadıkî Bey’in de bulunduğu, Türkçe şiir söyleyen pek çok şair görülmektedir. Bundan başka birçok halk hikâyesi ile Köroğlu destanına ait Azeri rivayetinin, Şah Abbas’ın şahsiyeti etrafında teşekkül ettiği de söylenmektedir.